Karahisari Mushafı’nın tıpkı basımı tanıtıldı

Başbakan Davutoğlu, hattın sadece bir yazı yazma sanatı olmadığını ifade ederek, “Hat, kelamı muhafaza etme hikmetinin yansıdığı bir sanattır” dedi.

Karahisari Mushafı’nın tıpkı basımı tanıtıldı

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Topkapı Sarayı Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nda düzenlenen Karahisari Mushafı’nın tıpkı basımının tanıtım toplantısında yaptığı konuşmada, ne zaman bir hat eseri karşısında biraz tefekkür etme imkanı bulsa aklından beş hususun geçtiğini söyledi.

Bunun birincisinin “Hattın mushaf-ı şerif ve kelam arasındaki ilişki bağlamında varlık bilinci ve idraki, varoluşun sebebi hususunda bu eserlerin zihnimizde, ruhumuzda uyandırdığı derin etki” olduğunu ifade eden Davutoğlu, şu bilgileri verdi:

“Kelam, kalem ve kemal. Kelam, bir anlamda vahiy eğer tarihle buluşması, fiziğin, metafizik, metafiziğin fizikle buluşması ise hat ve hat üzerinde kalem bu buluşmanın vuslat anlamında aracısıdır. Bu vuslat yaşanır her hat eserinde. Öylesine bir vuslat ki, fizik, metafizik olarak zihninizden ne geçiyorsa onu fizikle buluşturur, vahiy tarihle buluşur. Siz kendi idrakinizi, varoluşunuzun idrakini inşa edersiniz. Her hat eseri karşısında bunu hisseder, deruni bir şekilde varoluşunuz sebebini Kur’an-ı Kerim’de kaleme and edilmesi üzerinde ve ilmin kalemle doğrudan alakasını kurması bağlamında ilahi kelamın kalemle bir kemal üzre yeryüzüne ve tarihe inzal edilmesi bir anlamda tarihle buluşması. Bu bir vuslat, manevi bir vuslat. Estetik, ahlaki bir vuslat. Bu anlamda deruni bir şekilde bu hat eserleri karşısında, bu güzel eserler karşısında hissettiklerimiz tekrar tekrar keşfetmemiz anlamına geliyor.”

Davutoğlu, ikinci boyutun ise bilginin ve bir vahyin kitabi bir nitelik kazanması, yazıya geçmesi olduğunu dile getirerek, dinler tarihine bakıldığında İslamiyetin mucizevi özelliklerinden birisinin kutsal kitabın daha vahyedildiği peygamber yaşarken onun kayda geçmesi olduğunu anlattı.

Diğer birçok dini geleneklerde, vahyin sözlü olarak intikal ettirildiğini, kaleme ve kalem üzerinde kağıda geçmemesinden dolayı tahrifat görme imtihanıyla karşı karşıya kaldığını vurgulayan Davutoğlu, “Mushaf-ı şerif geleneği daha Hazreti Peygamber zamanında vahyin kağıda ve kaleme hat üzerinden dökülmesiyle bir anlamda muhkem kılınmış, sadece ve sadece o vahiy geleneği üzerinden, yazı üzerinden ilahi hikmetin anlaşılmasını mümkün kılmıştır. Bu, Kur’an-ı Kerim dışında hiçbir kutsal metin için geçerli olmayan bir husustur. O kutsal metinler aslı muhafaza edilmiş hususlar vardır” dedi.

Hattaki estetik

Başbakan Davutoğlu, hat sanatının ilim ve dini geleneğe, telakkiye, dinin bilgi temeline tam bir kayıt getirme mucizesi olduğunu belirterek, “Eğer kalem olmamış olsaydı, eğer hat ilmi sanata Hazreti Peygamber döneminde ilk numuneleriyle başlamamış olsaydı, bir çok dinde ileriki dönemlerde yaşanan tartışmalar yaşanmış olacaktı. Dolayısıyla hat sadece bir yazı yazma sanatı değildir. Kelamı muhafaza etme hikmetinin yansıdığı bir sanattır. Bu yönüyle de ulvidir. Sadece estetik değil, ulvi bir sanattır. Neredeyse ilahi bir hikmet ve vecizeyle ilahi kelamın korunması için güzelleştirerek, gittikçe kemale doğru yürüyerek, tarihin içinde o kelamın var oluşunu, hikmetinin ve aslının muhafaza edilmesini temin etmiştir” diye konuştu.

“Selam olsun o hattatlara ve o hafızlara” diyen Davutoğlu, bugün bir mümin olarak ilahi kelama onların göz nuru, imanı, estetik arayışı vesilesiyle muhatap olunduğunu söyledi.

Davutoğlu, hattın estetik boyutuna değinerek, başka hiç bir gelenekte yazının bir estetik aracı olarak, mukaddes bir kelamı muhafaza etmek için bu derece güzel bir şekilde geliştirilmediğini kaydetti.

“Hat üzerinden İstanbul’u yaşamak mümkün”

Hiç bir yazıda geometrik ya da herhangi bir şekilde fiziki formların bu kadar insan ruhuna hitap edecek şekilde esneklik kazanmadığını dile getiren Davutoğlu, şöyle devam etti:

“Bu açıdan bakıldığında şehrin estetiği mimari, insanın estetiği ahlak, yazının ve kalemin estetiği de hattır. Estetiğin olmadığı bir yerde sıradanlık ya da barbarlığa kadar gidecek süflilik söz konusu olur. Bizim medeniyetimiz sadece vahiy medeniyeti değil. Vahyi estetikle buluşturan, zihni gönülle buluşturan, bilgiyi hikmetle buluşturan bir medeniyettir. İstanbul’u hiç görmeden hat üzerinden İstanbul’u yaşamak mümkündür. Zaten hattın ve hatla birlikte gelişen bütün sanatların bize sağladığı, bizim sadece gözümüze değil, gözümüzün ötesindeki başka göze hitap eden yönüdür ki hala baktıkça doymayız, baktıkça tekrar tekrar bakmak isteriz. Evimizi süsleyen hat eserleri eğer başka bir madde olsaydı, bir müddet sonra bizde bir bıkkınlık oluşturabilirdi, aynı şeyi görmekten. Ama kendi evinde, odasında, kütüphanesinde hat eseri bulunan birinin ahlaken herhangi bir süfliliğe, o mekanda yürümesi mümkün değildir. O mekanda gıybet etmesi, insanoğluna yakışmayan süflilikleri icra edebilmesi mümkün değildir. O mekan hat ile süslenmişse, size o mekana girdiğiniz anda öğrettiği ilk şey tevazu, kendini bilmek üzerinden rabbini bilmek, rabbini bilmek suretiyle kendini bilmektir.”

“Hat eseri size bir halde Allah’a teslimiyeti hatırlatır”

Kütüphanesindeki hat eserlerinin her birine baktığında her gün bir anlam yükleyerek yola çıktığını ifade eden Davutoğlu, eğer sert bir müzakere, çetin bir yola çıkarken hattaki bir tek elif harfini gördüğünde Allah’a niyaz ettiğini söyledi.

Ahmet Davutoğlu, kütüphanesindeki diğer hat eserine de değinerek, şöyle devam etti:

“Artık ihtimaliyet hesabı sizi korkutmaz. Hiç bir senaryo, politik ya da sosyal bütün senaryoları çalıştıktan sonra aldığınız karar üzere yürüdüğünüzde, hiç bir senaryo sizi korkutmaz. Çünkü arkanızda teslim olduğunuz bir merci vardır. Başka bir zaman birinin herhangi bir şekilde şu veya bu ideolojiye, yanlış yaklaşıma aşırı bağlılığını gördüğümde de ‘ah teslimiyet’ derim. Teslim oluşun hakkını vermeyen birisi başka bir şeye teslim olmuşsa da yine ah teslimiyet. Bir hat eseri size bir halde Allah’a teslimiyeti, diğerindeyse yanlış bir teslimiyeti hatırlatır ve onun üzerinden tefekkür ederiz. Ben hiçbir gerçek hat eseri görmedim ki bize konuşmamış olsun. Bize bir şey söylememiş olsun. Görünüşte biz ona bakarız ama aslında o bize konuşur. Her hat bizi uyaran, bize bir şekilde çağrıda bulunan, tebliğ eden bir estetik şaheserdir. Duvarı süsleyen bir malzeme değil. Baktığımızda bize konuşan bir ahlak abidesidir.”

Hattın mekana ruhunu verdiğini belirten Davutoğlu, Karahisari hattının bütün tecrübeleri yansıttığını söyledi.

Anadolu’daki şemslerden birinin Karahisari Şems-i Hat olduğunu belirten Davutoğlu, “O güneşe baktığınızda, o güneş sizi yormaz, sizin gözünüzü kamaştırmaz, gözünüze nur katar. Baktığınızda Karahisari hattına herhangi bir yazıya bakıyor olmazsınız. Kelama, kelamın estetik niteliğine bakmış olursunuz” dedi.

“Bizim kul olarak ve bugün yürüttüğümüz devlet sorumluluğumuz olarak görevimiz, bu sanatları desteklemek”

Başbakan Ahmet Davutoğlu, kul ve yürüttükleri devlet sorumluluğu olarak görevlerinin geleneksel sanatları desteklemek ve gelecek nesillere aktaracak imkanları bulmak olduğunu belirtti. 

Davutoğlu, Hattın, orta çağda modern resmin dini mekanlarda kullanılmasının aksine bir şey empoze etmediğini dile getirerek, katedrallerde, kiliselerde melek ve şeytan simgelerinin farklı yüz ifadeleriyle gösterildiğini anlattı.

Kurtuba Camisi’ni ziyaret ettiğinde iki ayrı dünyanın nasıl aynı mekanda bir arada bulunup da birbiriyle hiçbir zaman buluşamadığını fark etiğini ifade eden Davutoğlu, şunları anlattı:

“Ortaçağ’ın zirvesinde estetiğin zirvesi olan o caminin, maalesef bu nurdan nasiplenmeyenlerin eline geçtiğinde, en önemli mucizesi ışıkla güneşle olan ilişkisidir ve neresinde olursa olsun nur saçan ve ışığın içeride yansıması mucizevi özelliği olan Kurtuba Camisi’nin, sırf içeriye ışık girmesin diye bütün pencereleri kapatılmıştır, örülmüştür duvar şeklinde. Caminin içine bir ucube şeklinde yerleştirilen katedral karanlık olması gerektiği için caminin nuru kapatılmıştır. Orada bir tarafta son derece basit ama basit olduğu kadar da insan ruhuna hitap eden eski Kurtuba Camisi vardır, sizi alıp götürür. Sanki mihraba doğru yürüseniz hiç mihraba ulaşamayacaksınız gibi alır sizi mihrabın derinliğine doğru götürür. Diğer tarafta tam içine yerleştirilen katedralde ise sizi neredeyse boğmaya çalışan figürler yer alır. Bir tarafta hattın kendisini içine çeken, sizinle buluşan özellikleri, diğer taraftan ister melek ister şeytan ya da iblis formunda olsun mutlaka size, zihninize bir şey empoze etmeye çalışan yaklaşım.”

Başbakan Davutoğlu, hattın insanı tefekküre, bir manevi serüvene davet ettiğini belirterek, “Diğerinde ise taraflar bellidir, yolculuğa gerek yoktur, sadece korkmanız gerekir ya da sevmeniz gerekir. Niçin korkacağınızı, niçin seveceğinizi düşünmeden buna tabi olmanız gerekir. Çünkü apayrı iki zihnin, iki vahiy anlayışının forma, sanata yansıması” dedi.

“Hat eserlerin olmadığı, bir şekilde keşke her evde olabilse el yazması Kur’an-ı Kerimler ama bugün olduğu gibi tıpkı basım Kur’an-ı Kerimlerin o güzel mushafı şeriflerin olmadığı evlerde bir nasipsizlik vardır” ifadesini kullanan Davutoğlu, bunların hakkıyla sanat değeri olarak da muhafaza edilirse, en nasipsiz sanılan mekanlara bile hat ile nasip, ruhaniyet geldiğini ve kişinin hata ne kadar yabancı olursa olsun ondan etkilenmemesinin mümkün olmadığını söyledi.

Davutoğlu, sanat eserlerinin zihinde bıraktığı izlenimden birinin, tarih anlayışı ve tarihin zirve dönemleriyle ilgili yansıması olduğunu kaydederek, medeniyetlerinin her alanda zirveyi yakaladığı ve derinlikle buluşturduğu dönemin 16. yüzyıl olduğunu belirtti.

Bir medeniyetin doğuş esnasında ürettiği form ya da estetiği geliştirerek, dünyada bir siyasi nizam kurmasıyla bir sanat anlayışını, zihniyetini inşa etmesi arasında irtibat bulunduğuna değinen Davutoğlu, şöyle konuştu:

“Şunu diyemeyiz: Öylesine büyük bir siyasal düzen kuralım ki aynı anda sanatın o kadar da gelişmesine gerek yok, bilginin gelişmesine gerek yok, muhteşem ordular oluşturalım ama sanat primitif de olsa olabilir veya ihmal edilebilir. Böyle bir düzenin yaşaması mümkün değil. Niye Moğollar uzun dönemli bir devlet geleneği kuramadılar? Çünkü Moğolların, ilk aşamasında söylüyorum, Bağdat’ı yıkarken ya da başka süreçlerde bir Karahisari sanatkarı yoktu ya da Mimar Sinan’ı yoktu. Kayı Boyu’ndan, bir boydan bir devlete gidişin adım adım serüveni incelendiğinde aslında her alanda kemale doğru bir yönelişin izleri görülür. Karahisari, bu kemalin hattaki güneşidir.”

“30 yılda yeniden ihya faaliyeti başladı” 

Başbakan Ahmet Davutoğlu, gelenek sahibi olmayan bir kültürel havzanın, medeniyet üretmesinin ve kendisini devam ettirebilmesinin mümkün olmadığını belirtti. 

Geleneğin “Ortak aklın tekrar tekrar üretilmesi” ya da “nesilden nesile intikal eden bir tevatür, bir ortak akıl” olarak anlaşılabildiğini vurgulayan Davutoğlu, “Gelenek, kesintiye uğradığında bir toplumun, bir kültürün, bir medeniyetin can damarlarının yok olduğu, süregittiğinde bile en karanlık dönemlerde dahi yeniden o medeniyetin ihya ve inşa ümidini taşıdığı temel husustur” dedi. 

Bunun en çarpıcı misalinin hat sanatının ve diğer klasik sanatların yakın zamana kadar yaşadığı “inkıta ve fetret dönemi” olduğunu kaydeden Davutoğlu, sözlerine şöyle devam etti:

“Nasıl medeniyetimiz görünüşte zahiren bir duraklama, bir aksaklık dönemi içine girmişse yansıması hat ve klasik sanatlarımızda görüldü. Hattat Hamid’in ve bir çok o dönem bu sanatı muhafaza etmek isteyen 50’li 60’lı yıllarda ki burada da o dönemden hocalarımız var, nasıl zor şartlarda bu sanatı sürdürebilmek için çaba sarfettiklerini biz üniversite okuduğumuz yıllardan biliriz. 60’lı 70’li yıllarda ‘Bu sanatın geleceği ne olacak?’ diye ciddi bir kaygı vardı. Bu kadar büyük şaheserler ortaya koymuş olan hat geleneğimiz bir inkıtaya, bir fetrete hatta tümüyle yok olmaya ya da tasfiye ihtimaliyle karşı karşıyaydı. Hamdolsun 30 yılda öylesine büyük bir yeniden ihya faaliyeti başladı ki bu sanatta… Bazı uluslararası toplantılarda Dışişleri Bakanıyken muhatabım Dışişleri Bakanı gelip bana Türkiye’deki hattatları sorarlardı. Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir Kültür Bakanı vardı dostumuz, en yeni Türkiye’deki hat eserlerini bilir, bulmaya çalışırdı. Ortadoğu’daki bir çok devletin üst düzey yetkilileri bizden fikir almaya çalışırdı, ‘Acaba şu hattata nasıl ulaşabilirim?’ ya da ‘Şu eseri nasıl temin edebilirim?’ diye.”

Hat sanatının Ahmed Karahisari ve benzerlerinin oluşturdukları gelenek sayesinde tasfiye çabalarına ve ihmale rağmen ayakta kalabildiğini aktaran Davutoğlu, şunları kaydetti: 

“Çünkü Musaf-ı Şerif’i yazanlar, dua ederlerken bunu ebediyete kadar sürmesi için dua ettiklerinden, bu sanatlar doğrudan Rabbimizin koruması altındadır. O koruma sebebiyledir ki, bitti sanıldığı yerden tekrar neşvünema bulmuşlardır. O koruma sabit kalmakla ve ona imanımız tam olmakla birlikte bizim kul olarak ve bugün yürüttüğümüz devlet sorumluluğumuz olarak görevimiz bu sanatları desteklemek, bu sanatları ne olursa olsun bir gelenek olarak gelecek nesillere aktaracak bütün imkanları her ne surette olursa olsun bulmak ve geliştirmektir. Hiçbir şekilde de bundan taviz vermeyiz, bunu ihmal etmeyiz.” 

“Karahisari’nin alın terine vefa borcumuz” 

Klasik Türk Sanatları Vakfı ve benzer vakıfların sivil inisiyatif olarak klasik sanatların korunması konusunda çok önemli çalışmalar gerçekleştirdiklerini vurgulayan Davutoğlu, “Ben Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak buna gönül vermiş bir kardeşiniz olarak da bir kez daha bu şekilde gayretler içinde olan bütün vakıfların yanında olacağımızı ifade etmek istiyorum. Bu bizim Karahisari’nin o alın terine, gönül emeğine ve güzel gözüne, göz nuruna olan vefa borcumuzdur. Bu vefa borcunu yerine getirmek için gayret sarfeden bütün arkadaşlarımıza, vakıflarımıza teşekkür ediyorum, bu mekanda bir dönemin nizamı aleminin merkezi olan bu mekanda bütün dünyaya şems anlamında bir güneş, bir nur gibi saçılmasını ümit ettiğimiz bu hikmet ve irfan deryasının gelecek nesillere aktarılması için rabbimizin bize güç vermesini niyaz ediyorum” diyerek sözlerini tamamladı.

Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başlayan programın ardından Başbakan Davutoğlu, kürsünün yanında bulunan, Ahmet Karahisari tarafından yazılan Mushaf-ı Şerif’in tıpkı basımını beraberindekilerle inceledi.

Etkinliğe Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu, Başbakan yardımcıları Bülent Arınç ve Numan Kurtulmuş, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdür Ahmet Emre Bilgili, AK Parti İstanbul İl Başkanı Selim Temurci, işadamı Erdoğan Demirören, tarihçi yazar ve akademisyen İlber Ortaylı, Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, yazarlar Mehmet Şevket Eygi ve Ahmet Taşgetiren ile çok sayıda davetli katıldı.

“Bu eserleri meydana getiren medeniyettir”

Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, DAİŞ’in balyozlarla müzelerdeki eserleri tahrip etmesine ilişkin, “Bu eserleri meydana getiren medeniyettir. O vandallığı yapan aynı şey olamaz. Bu eserleri meydana getiren kültürü doğuran dine inananlarla o vandallığı yapanlar aynı dine inanıyor olamaz. Eğer biz bu medeniyete aitsek, o terörü ve barbarlığı gerçekleştirenler bu medeniyete ait değildir” dedi.

Topkapı Sarayı Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nda düzenlenen Karahisari Mushafı Baskısı’nın tanıtımında konuşan Çelik, Küba’da açtığı bir hüsn-i hat sergisini gezerken yaşlı bir Müslüman Kübalının dikkatini çektiğini, bu kişinin yürümekte zorlanmasına rağmen her eserle ilgili uzun uzun bilgi aldığını, üzerindeki kıyafetlerin bu yaşlı Kübalının çok fakir olduğunu gösterdiğini söyledi.

Yanındaki kişiye bu Kübalının kim olduğunu sorduğunda, esnaf olduğunu ve sergiyi görmek için bir saatlik yolu yürüyerek geldiğini öğrendiğini dile getiren Çelik, sergiyi dolaştıktan sonra sohbet ettiği bu kişinin kendisine İstanbul’u, Sultanahmet Camisi’ni ve diğer eserleri fotoğraflarda gördüğünü söylediğini aktardı.

Çelik, “Keşke hayatımda bir kez gidebilseydim’ dedi. Kendisini İstanbul’a davet ettim ama bana çok enteresan bir şey söyledi. ‘Ben bu eserleri gezerken her bir hat eserinin önünde durduğumda adeta kendimi İstanbul sokaklarında hissettim’ dedi ve bana İstanbul’daki camilerin isimlerini saydı. ‘Kendimi onların içinde hissettim’ dedi. Sokak isimlerini saydı” diye konuştu.

Bu cümleleri duyduğunda aklına hat ile ilgili “Cismani aletlerle ortaya çıkan ruhani bir hendesedir, geometridir” tanımının geldiğini kaydeden Çelik, Küba’daki yaşlı bir insanı İstanbul’un sokaklarına bağlayan bu ruhani geometrinin çok büyük bir geometri olduğunu ifade etti.

Çelik, bu eserlerin ülkenin manevi birliği açısından çok kıymetli olduğunu vurgulayarak, bu eserin yazıldığı günlerden bugüne devletin adının, yüz ölçümünün, yöneticilerinin değiştiğini ancak milleti millet yapan değerlerin ve milletin bu eser karşısında duyduğu heyecanın değişmediğini anlattı.

Kötü mesaja karşı meydan okuyuş 

Mütefekkirlerin öneminden bahseden Çelik, bu eserlerin her birinin millet olarak varlıklarının, tarih içerisinde yürüyüşlerinin imzası olarak kendilerine yol gösterdiğini aktardı.

Bakan Çelik, şöyle devam etti:

“Üç gündür hepimiz televizyonlarda izliyoruz. Bugün cuma namazında andığımız birtakım kelimeler ve kavramlar DAİŞ diye bir terör örgütü tarafından slogan haline çevriliyor ve insanlığın mirası yok ediliyor. Üç gündür de müzelerde nasıl bir vandallık sergilediklerini, ellerindeki balyozlarla bu eserleri nasıl yok ettiklerini görüyoruz. Şimdi ortada bir durum var. Bu eserleri meydana getiren medeniyettir. O vandallığı yapan aynı şey olamaz. Bu eserleri meydana getiren kültürü doğuran dine inananlarla o vandallığı yapanlar aynı dine inanıyor olamaz. O sebeple bu eserlerin her birinin tek bir sayfası ve tek bir cümlesi bile bu tip terör örgütlerinin bizim dinimizi istismar ederek dünyaya vermeye çalıştıkları bu kötü mesaja karşı bunların tek bir cümlesi bile büyük bir meydan okuyuştur. Eğer biz bu medeniyete aitsek, o terörü ve barbarlığı gerçekleştirenler bu medeniyete ait değildir.”

Bu eseri basanların, bugün bu terör örgütüyle fiziken mücadele edenlerin çok daha ötesinde bu eserin tek bir sayfasıyla İslam dininin terör örgütlerince kirletilmesine karşı en büyük mücadeleyi verdiğini ifade eden Çelik, şunları kaydetti:

“Bu estetiği, güzelliği kelimelere, kavramlara ve yazıya bu değeri veren bir fikriyatla o barbarlığı gerçekleştiren fikriyatın aynı olmadığını, asla aynı olamayacağını ve birbirine karşı olduğunu bütün bir dünyaya ilan etmiş oluruz. Bu yüzden Klasik Türk Sanatları Vakfı’nın yaptığı iş aslında sadece bir eserin hayatiyetini devam ettirmekten çok daha büyük bir iştir. Bir diğer konu, yurt dışında bir seyahate gittiğimiz zaman en mutlu anını kitapçılarda yaşayan bir başbakanımız var. Dolayısıyla bu bizim için çok büyük bir avantaj.”

Özel: “Bu muhteşem eseri ihya etmenin gururunu yaşıyoruz”

Klasik Türk Sanatları Vakfı Başkanı Ahmet Özel de Kur’an-ı Kerim’in muhafaza edilmek için değil öğrenilmesi, öğretilmesi, onun nurlu harfleri ve kelimeleriyle alemlerin bereketle buluşması için yazıldığını belirterek, Kur’an-ı Kerim’in inzaliyle insanlığın ve yeryüzünün, hattı ile de o kağıt ve mürekkebin şereflendiğini söyledi.

Kur’an-ı Kerim’in Mekke’de nazil olduğunu, Kahire’de okunduğunu ve İstanbul’da yazıldığını dile getiren Özel, bugün hem beyaz sayfaların Kur’an-ı Kerim ile şereflenmesinin hem de İstanbul’un bu kadim vasfının bir kez daha hatırlanmasının gururunu paylaştıklarını aktardı.

Özel, “Bir muhteşem eseri, tam anlamıyla bir el emeğini, göz nurunu yeniden ihya etmenin, yeniden İstanbul’a, aziz milletimize ve insanlığa kazandırmanın gururunu hep beraber yaşıyoruz. Bugün sadece harflerin, kelimelerin ve sahifelerin Kur’an-ı Kerim ile şereflenmesini değil, İstanbul’un bir hat, yazı şehri olarak yeniden dirilişine vasıta olmanın da coşkusunu paylaşıyoruz” diye konuştu.

Ahmet Özel, “Çok büyük özen ve hassasiyetle tıpkıbasımını yaptığımız bu eserimiz, İstanbul’un sadece bir yazı şehri olma vasfının değil, tezhibin, nakşın, cildin yani bizi biz yapan sanatların da ihyası yolunda bir gayrete işaret ediyor” dedi.

Özel, 16. yüzyılda Ahmed Şemseddin Karahisari tarafından yazılan bu Mushaf-ı Şerifi vakıf olarak 2009’da taramaya başladıklarını ve 5 yıl boyunca son derece dikkatli, meşakkatli bir sürecin ardından tıpkıbasımı tamamladıklarını söyledi.

Topkapı Sarayı Müzesi’nin en değerli eserlerinden 

“Ahmed Karahisari Mushaf-ı Şerifi” olarak tanınan ve tıpkıbasımı yapılan mushaf, Topkapı Sarayı Müzesi’nin sahip olduğu en değerli eserler arasında gösteriliyor. 

Kur’an’ın 220 yaprağının Karahisari tarafından Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1545-55 yılları arasında yazıldığı ve sanatçının ölümüyle yarım kaldığı, Kur’an’ı tamamlayan 80 yaprağın ise muhtemelen manevi evladı Hasan Çelebi tarafından Sultan III. Murad’ın himayesinde 1584-87 yılları arasında yazıldığının anlaşıldığı belirtiliyor. 

Eserin vassalesinin yapılması, cetvellerinin çekilmesi, her sayfanın tezhiplenmesi ve cildinin yapılarak tümüyle tamamlanmasının ise 1584-1596 yılları arasında gerçekleştiği kaydediliyor. 

Afyonkarihisar’da 1468’de doğan ve 1556’da vefat eden Karahisari, diğer birçok Osmanlı hattatından farklı olarak Şeyh Hamdullah yöntemini değil, Yakut-ı Mustasımi akımını benimsedi ve bu üslubun en güzel örneklerini verdi.

HABERİ PAYLAŞ
ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X