Şimdi işaret edeceğim şeyleri kalp kulağıyla dinle, akıl gözüyle görmeye çalış…
Çocuklarımızı “Hay” gibi nasıl yetiştirebiliriz? Sadece hakikate aşık, bilginin peşinden giden, hoşgörülü, özgür düşünceli çocukları… İşte büyük İslam ve Endülüs düşünürü “İbni Tufeyl”in, “Hay Bin Yakzan” isimli büyük eseri bize bu sorunun cevabını veriyor !!
“Ve bu satırları size İbni Tufeyl’in ve Endülüs’ün büyük şehri “Granada”dan yazıyorum !!”
Şüphe duymayan sorgulamaz, sorgulamayan görmez, görmeyen kişi ise kör ve şaşkın kalmaya mahkumdur… Endülüslü filozof, hekim ve romancı İbni Tufeyl, 1106 yılında bugünkü İspanya toprakları, eski Endülüs toprakları olan Granada’da dünyaya geldi. Küçük yaşta astronomi, felsefe, teoloji, tıp ve edebiyat alanında kapsamlı dersler aldı. Ders aldığı hocaların arasında büyük Müslüman filozof “İbni Bacce” de vardı. Entelektüel yeteneği erken yaşta ortaya çıkan İbni Tufeyl, kısa bir süre içerisinde herkesi kendisine hayran bıraktı. Saray hanedanlarındaki birçok hükümdarın hekimliğini yapan filozof özellikle göz sağlığı ve ecza bilim alanlarında tıbbi bilgiye değerli katkılarda bulundu. “İbni Sina ve Gazali” gibi düşünürlerin ilmini inceleyen filozof, ortaya koyduğu felsefi fikirleriyle İslami düşünce geleneğinden Avrupa’da Benedictus Spinoza’dan, Leonardo Da Vinci’ye onlarca filozof, mucit, sanatkâra ilham kaynağı oldu. Varoluşun ve ilahi olanın doğasını anlamada, “bilim ahlakı” vasıtasıyla araştırmanın ve sorgulamanın önemini vurguladı. Hayatı boyunca kendisini ilim ve hikmet arayışını adayan İbni Tufeyl, 1150 yılında yazdığı felsefe/felsefi romanı “Hay Bin Yakzan” ile akıl, gözlem ve düşünce yoluyla evren, dünya, Tanrı ve insan varlığı hakkında derin gerçeklere ulaşmaya çalıştı.
Hay “beden”, Yakzan ise “akıl” ya da o zamanki yorumlamayla “ruh” anlamındadır. Hay Bin Yakzan ise; beden ile aklın, madde ve suretin uzlaşması anlamındadır… Yani Yakzan burada, “saf düşüncenin, saf aklın oğlu, faâl akıl” olarak karşımızdadır. Eser, 15. Yüzyılda “Pico della Mirandola” tarafından Latince’ye, 1923 yılında ise “Babanzade Reşid” tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
Böylece Hay Bin Yakzan, namıdiğer, “salt akıl” ya da “faal akıl”, Daniel Defoe, John Locke gibi modern Avrupa’yı kuran düşünür ve romancıların da hayranlığını kazanacak ve eser dünya edebiyatının kalıcı eserleri arasında yerini bulacaktır.
Bu minvalde hikâyemiz, ekvatorun altındaki Hint adalarından birinde, bir dişi geyik tarafından büyütülen “Hay” adındaki genç bir çocuğun etrafında şekilleniyor.
“Hay” annesi tarafından bir sepet içinde adaya gönderilmiştir. Adaya ulaşan bebek, bir “ceylan” tarafından büyütülmüştür. En nihayetinde yalnız başına büyüyen “Hay” önce onu büyüten Ceylan’ı taklit etmeye başlasa da bir süre sonra hayvanlardan farklı olduğunu gözlemler. Bilişsel varlığını sorgulayabildiğini fark eder ve doğal dünyayı anlama ve yorumlama yoluna girer. Doyumsuz merakı ve bilgiye olan açlığı, onu fizik, astronomi ve felsefe gibi çeşitli disiplinlere yönlendirir. Olgunlaştıkça gerçekliğin mahiyeti, evrenin kökenleri ve Tanrı’nın varlığı üzerine düşünmeye başlar. Doğaya ilişkin gözlemleri ve tefekkür yoluyla iç gözlemleri, kendini tanıma çabaları onu kökleri rasyonalizme ve deneysel araştırmaya dayanan bir felsefi dünya görüşüne doğru sürükler. Zira bu yıllarda “Büyük Uygarlık Endülüs”te, Dünya ile Ay, Dünya ile Güneş arasındaki uzaklıklar büyük bir kesinlik ile ölçülebilmektedir. Hristiyan dünyasının ilmi, fenni tıkanıklığı Müslüman alemi tarafından aşılmakta, ilerletilmektedir. Avrupa milletlerinin kitap yaktığı, engizisyon ile toplu katliamlar yaptığı bir coğrafyada ve dönemde, Endülüs Kültürü’nün hoşgörüsü, özgürlükleri, ilmi, fenni, cömertliği ile yeni bir medeniyet ve ahlâk güneşi olarak parıldamaktadır.
Bu süreçte Hay’ın felsefi görüşleri maneviyat ve ilahi gerçeğe dair daha soyut ve sezgisel bir anlayışı ortaya çıkarır. Ve bu da onu geleneksel inanç öğretilerinin ve dogmaların, basmakalıp düşüncelerin dışında tutar. Gerçekliğin doğası, ruh, birey ile evren arasındaki ilişki üzerine düşünen Hay, “kendini gerçekleştirmenin bir yolu olarak” bilgi ve anlayış aramanın önemini kavrar. Bu vesileyle özgür düşüncenin ve özgürlüklerin yolunu açar !!
“El Hamra Sarayı/Cennet Bahçeleri”-Granada
Bir zaman sonra adaya “Absal” adında mistik bilgiyi sembolize eden “sufi” bir alim gelir. Burada tasavvufa atıf vardır. Lisanı olmayan Hay’a kendi dilini anlatan Absal, bu garip adamdan ise hakikati öğrenir. Hay, Absal ile tanışınca kalp gözü açılır ve çelişkilerini giderir. Ancak yeterince tatmin olamadığı için Absal’ın geldiği yere gitmek ister ve onun insanlarına da hakikati anlatmayı düşünür. Hay burada “toplumsallığı” ve “gelenekleri” temsil eden “Salaman” ile tanışır. Hay ve Salaman arasında “akıl ve ruh”, “madde ve suret”, “toplumsal düzen ve sembollerin gerekliliği” gibi konularda tartışmalar geçer. Bir rivayet odur ki; burada “Salaman”ın büyük İslam düşünürü “Gazali” olduğu ileri sürülür. Zira Hay’ın adada ilk olarak bir ceylan yani “gazal” tarafından büyütülmesinde de, sonrasında toplumsal yaşamında “Salaman” olarak toplumsallığı öğrenmesinde de “Gazali”nin öğretileri hakimdir. Ancak bu sürecin sonunda Hay, insanların çoğunun hakikati kavrayamayacağını fark eder ve toplum da Hay’ı benimsemez… İnsanlar onun hakikatine kulak asmayınca, toplumun karmaşıklığı ve anlayışsızlığı karşısında Absal ile birlikte adaya geri dönerler. Hay’ın insanlarla karşılaşması umduğu gibi olmamıştır… İnsanlar bencil, kötülük ve mal/mülk peşinde koşan bir durumdadırlar…
Toparlayacak olursak Hay, gözlem ve deney yoluyla bağımsız olarak doğanın yasalarını keşfeder, aletler icat eder ve Tanrı’nın varlığı üzerine düşünür. “Hay’ın bu yolculuğu, toplumsal normlardan veya inançsal dogmalardan etkilenmeyen insan aklının potansiyelini simgeler…” Hay, Absal ve Salaman arasında kendimizi; akıl/felsefe, tasavvuf ve toplum denkleminin içerisinde buluruz. Hay, topluma rağmen, kültüre rağmen geleneksel bütün kabullerle çatışabilmeyi göze almayı simgeler…
Sevgili dostlar; hayatın anlamı, hayatın amacı ve uhrevi olanla bağlantı arayışı şüphesiz ki insanlık tarihini kökünden değiştiren konulardır. İnanç ile tanışan insanlık uhrevi bir kudretin varlığına inanmış ve onun insanlığı sınadığını düşünmüştür. Bireyler, inancın getirdiği kural ve kanunlarla merak ettiği soruların üstesinden geldiğine inanmıştır. Lakin Hay’ın sorduğu ise; toplumların bu bakış açısına ihtiyacı olup olmadığıdır? Esas sorgulanması gereken nokta budur… İşte bu temelde, Hay Bin Yakzan’ın kendi kendini geliştiren, öğrenen, hakikate eren, “otodidaktik” hikâyesi, bize en başta bireysel sonrasında ise toplumsal bir ahlakı nasıl inşa edeceğimizin cevaplarını sunmaktadır… Öyle ki zamanının mevcut geleneksel düşün dünyasına adeta bir balyozla girişmektedir. Hay dünyaya gelmiştir, bir ceylan tarafından beslenmiş, biyolojik, insani ihtiyaçlarını gidermiştir. Sonrasında ise hayvanlar aleminin Tanrısal düşünce üzerine ilerleyemeyeceğini idrak etmiş ve kendini, evreni tanımaya, anlamaya yönelmiştir. Tanrı yukarıda göktedir, gök incelenmiştir ve gök cisimlerine öykünülmüştür. Bir insanın Dünyaya geliş amacı sadece karnını doyurmak ve hayatta kalmaya çalışmak olursa bunu herkes bir şekilde yerine getirebilecektir ancak mesele yalnızca ne kadar oksijen alırsam o kadar iyiyim meselesinden ziyade, “varlığının amacını sorgulayabilmek ve kavrayabilmektir.” Hiçbir imkânı ya da fırsatı olmadığı halde kendi düşüncelerinden Tanrıya kadar ilerleyen Hay’ı bugün her türlü bilgi ve kitaba sahip insanlardan ayıran en büyük fark da budur !! Hay, otodidaktik bir şekilde akıl ve düşünüş yoluyla hakikate ve aydınlanmaya ulaşabilmiştir… Bu hakikat, hoşgörü ve bilgi kaynağı, bugünkü İspanya olan İberya’da, Endülüs Müslüman’larının “Kurtuba” merkezli tam 781 yıl hakimiyet sürebilmesindeki önemli bakış açılarını bize sunmaktadır.
“Kurtuba Camii/Endülüs”
Hay’ın hümanizmi, doğaseverliği ve aydınlanma arayışı, sonraki yüzyıllarda Avrupa’da Spinoza/Tractatus, Defoe/Robinson, Goethe/Faust gibi düşünür, mucitlerin şerhi, ilmi, teknik çalışmaları ve eskizlerinde de izleyebildiğimiz şekliyle bugünkü modern Avrupa’nın temellerini oluşturacak, gelişimini sağlayacaktır.
Ancak ve maalesef biz bahsedilen Endülüs kültür değerlerinden çıktıkça ve bölgede de tarihsel/yönetimsel bölünmeler oldukça Müslümanlar zaman içinde İberya dışına sürülecek ve son çıkış 1492’de Granada’dan olacaktır…
İşte Endülüs’ün Ve İslam dünyasının entelektüel ve kültürel mirasına çok büyük katkılarda bulunan İbni Tufeyl bu büyük mirasıyla milattan sonra 1185 yılında Marakeş’te hayata veda etmiştir. Ancak arkasında günümüz filozoflarına da büyük ilham veren felsefi araştırmalar bırakmıştır. Aklın iyileştirilmesi için verdiği mücadele onu unutulmaz bir düşünür yapmıştır. Felsefi ve mistik öğretileri sembolik bir dille ifade ettiği için ve bu kavramların daha iyi anlaşılmasını sağlayan alegorik bir hikâye sunması sebebiyle de tarihteki ilk felsefi roman olarak da adlandırılmıştır.
“Aslına bakarsanız batı için Goethe/Faust ne ise Doğu için İbni Tufeyl/Hay Bin Yakzan” da odur !!…” Ancak bugün tüm dünya ve batı medeniyeti Faust’u neredeyse ezbere bilirken, doğu medeniyeti ise Hay Bin Yakzan’dan bihaberdir… “Batının Faust’u bilmemesi ne ise doğunun Hay Bin Yakzan’ı bilmemesi de hazindir, ayıptır…” Hazindir ki; Avrupa’da 14,15. ve ilerleyen on yıllarda temel ideal metin olan, özgür düşünceli tüm bireylerin temel metni olan ve ulaşılması hedef konulan Hay Bin Yakzan, bizim kültürümüzde ise tozlu raflar arasına kaldırılmıştır…
“Bu haftaki yazımı, sadece hakikâte aşık, merak eden, sorgulayan, hoşgörülü, özgür düşünceli, özgür yaşama aşık yurttaşları, bireyleri yetiştirebildiğimiz günlerin temennisiyle noktalamak istiyorum…”
Hakikâtle kalın…