Olay Gazetesi Bursa

Afrika’da 40 yıl

Ryszard Kapucinski, Polonyalı gazeteci, fotoğrafçı, şair ve yazardır. 1932-2007 yılları arasında yaşamış, 1960-2000 yılları arasında Afrika’daki bağımsızlık savaşlarını takip etmiş, Afrika’yı çok yakından bilen biridir. “Ova-Afrika Maceraları” adlı kitabında şunları yazar: “Afrikalı hep hareket halindedir çünkü salgın hastalık, açlık ve susuzluk onları hep başka yerlere yönlendirir. Yani hep yer değiştirirler, hep göçmendirler… Yan yana değil, […]

Ryszard Kapucinski, Polonyalı gazeteci, fotoğrafçı, şair ve yazardır. 1932-2007 yılları arasında yaşamış, 1960-2000 yılları arasında Afrika’daki bağımsızlık savaşlarını takip etmiş, Afrika’yı çok yakından bilen biridir. “Ova-Afrika Maceraları” adlı kitabında şunları yazar: “Afrikalı hep hareket halindedir çünkü salgın hastalık, açlık ve susuzluk onları hep başka yerlere yönlendirir. Yani hep yer değiştirirler, hep göçmendirler… Yan yana değil, kuyruk oluşturarak yürürler. Afrika’yı İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika ve Portekiz sömürgeleştirmiş. Ama İkinci Dünya Savaşı Afrikalıların gözünü açıyor. Afrika’dan getirilen askerler savaşta efendilerinin korktuklarını, kaçtıklarını, yalvardıklarını görüyorlar. İşte bu Afrikalı askerler böylece efendilerinin ‘yenilmez’ olmadıklarını anlıyorlar ve ülkelerine döndüklerinde bağımsızlık savaşlarını başlatıyorlar. Beyaz orada sömürgeci, işgalci ve vurguncu olarak görülür. Afrikalı çocuğunu ‘Uslu dur, yoksa bir beyaz seni yer!’ diye korkutur. Onlarda köle ticaretinin kötü anıları vardır. Zamanında bir at karşılığında on iki köle verilirmiş!..

Selamlaşma Afrika’da çok önemlidir. ‘Nasılsınız?’ diye sorduklarında ‘İyiyim’ ile kurtulamazsınız. ‘Karınız nasıl? Babanız nasıl? Anneniz nasıl? Çocuklarınız nasıl?’ diye devam ederler… Gündüz birden gece olur, öyle yavaş bir geçiş göremezsiniz… Bir odada on sivrisinek varsa hepsi saldırmaz, teker teker giderler avlarının üstüne. Yani bir kerede on sivrisinek öldüremezsiniz. Afrika’da asıl korkutucu olan aslan, kaplan değil, sivrisinektir… Afrika’da yetişkin insan azdır, sıcak, açlık ve susuzluk nedeniyle insanlar fazla yaşayamıyor. Savaşanların önemli bir kısmı çocuk yaştaki askerlerden oluşur. Ordu çocukların yiyecek bulabildikleri bir yer… İnekler orada kutsal bir hayvan. Bir Afrikalı, bir misyonere ‘İnekler için de bir tanrı yok mu?’ diye soruyor… Afrika’nın dar, bozuk, çukurlu, tümsekli yollarında en dayanıklı araç kamyondur. Orada kamyon şoförleri bir kral gibidirler… Su getirmek çocukların işidir… Bir ağaç gölge verdiği için bir ağaçtan öte bir şeydir. Bir öğretmen varsa ağaç altı bir okuldur. Öğleden sonraları o ağaç altında aşiret üyeleri kendi sorunlarını tartışırlar ve ortak bir karar almaya çalışırlar. Karşı fikri ileri sürenleri de ikna edinceye kadar konuşurlar. Akşamleyin ağaç altı bu kez çocuk, kadın ve yaşlıların toplanma yeridir. Yaşlılar orada masallar, hikayeler anlatırlar. Afrika’nın yazılı bir tarihi yoktur, her şey sözeldir…”

Ryszard Kapuscinski “Cennet Olmayacak” adlı kitabındaysa makam odalarını, onların mobilyalarını, onlara alışan insanların psikolojisini çok güzel anlatıyor. “Makam odaları beni sınırlar, elimi kolumu bağlar. Makam meraklıları içinse makam odası hayatın amacı, her şeyi haline geliyor, onu kaybetmek en büyük korkuları oluyor. Makamının başındayken adamın dili bile değişir, her şeyi bilen biri gibi görmeye başlar kendini. Hayalinde hep daha büyük makam odaları vardır. Ondan yoksun kalınca hayatı söner. Makamını kaybedince intihar edenler az değildir.”

“Imperium” adlı kitabındaysa Sovyetler Birliği hakkında anlattıkları epey yer tutar: Bir tanesi bir çevre felaketi hakkındadır.

Okuyalım: Kruschev ve Brejnev zamanlarında kariyer düşkünü bazı bilim adamlarının güdümlemesiyle Özbekistan her tarafında pamuk ekilen bir ülke haline geliyor. Buğday, pirinç, soğan, domates tarlaları ve meyva bahçelerinin hepsi pamuk tarlalarına dönüştürülüyor. Havadan gübreleme ve böcek ilaçları atılıyor, halk nefes alamaz hale geliyor. Hasat mevsimi geldiğinde hayat iki üç ay duruyor, okullar tatil ediliyor, doktorlar, mühendisler de dahil herkes pamuk toplamaya mecbur ediliyor. İşte Aral faciası bundan kaynaklanıyor. Aral Denizine dökülen Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinin suyu çölde kazılan kanallar vasıtasıyla pamuk tarlalarına yönlendiriliyor. Bu nedenle su seviyeleri azalıyor, gittikçe sığlaşıyorlar, denize dökülemeden tuz ve çamur haline geliyorlar ve sonunda kuruyorlar. Çöldeki kumun on- on beş metre altında tuz tabakası var. Pamuk için su getirildiğinde bu tuz tabakası nemle yüzeye çıkıyor ve pamuğu olumsuz yönde etkiliyor. Pamuk üç-dört ayın işi. Hasattan sonra hayvanları, tarlaları ve bahçelerikalmadığı için insanlar işsiz güçsüz bir halde ortada kalıyorlar. Azalan su ve yüzeye çıkan tuz tabakası pamuk tarlalarını da yutacak bir felaket haline gelme tehlikesi gösterince çözüm olarak Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinin doğduğu iki dağın havaya uçurulması fikri gündeme geliyor. Bu ancak nükleer bombalarla olacak bir iş. Ama çok çeşitli sorunlara yol açacağı için buna cesaretedilemiyor. Sonuç olarak iki nehir kuruyor ve bir doğa felaketi ortaya çıkıyor. Aral Denizinin derinliği de on üç metre azalıyor.”