Olay Gazetesi Bursa

Askerlik

“Üç ay kısa dönem askerlik” uygulaması sayıları gittikçe fazlalaşan, yaşları yirmi altı ile kırk arasında değişen yüksek tahsilli kesimi aradan çıkarmak için ilk kez ya 1974  ya da 1975’te uygulamaya konmuş, bunun için Tuzla-Ankara-Izmir-İskenderun-Isparta-Erzincan gibi yerler belirlenmişti. Benim de içinde olduğum Faruk Dinçer, Erhan Erdoğan, Necdet Özcanlı’dan oluşan Muş’lu grup 1975 yılı Temmuz- Ekim ayları […]

“Üç ay kısa dönem askerlik” uygulaması sayıları gittikçe fazlalaşan, yaşları yirmi altı ile kırk arasında değişen yüksek tahsilli kesimi aradan çıkarmak için ilk kez ya 1974  ya da 1975’te uygulamaya konmuş, bunun için Tuzla-Ankara-Izmir-İskenderun-Isparta-Erzincan gibi yerler belirlenmişti. Benim de içinde olduğum Faruk Dinçer, Erhan Erdoğan, Necdet Özcanlı’dan oluşan Muş’lu grup 1975 yılı Temmuz- Ekim ayları arası Izmir Bornova’ya düşmüştük.  Haberleşerek Izmir’de buluşmuş, garnizona gitmeden önce bir kafede oturmuştuk. Herkes durgundu, nedeni de er olarak askerlik yapacağımız için kafalarımızda bizi tedirgin eden iki soru vardı: Birincisi bize de erlere gösterilen sert disiplin uygulanacak mıydı? İkincisi karşılaşacağımız ters söz ve davranışlarla mahcup olup gururumuz kırılacak mıydı? O endişeli ruh hali içinde garnizona gidip kaydımızı yaptırdık, kıyafetlerimizi aldık, teslim olduk.

O gün izinli olduğumuz, garnizon içinde gezinebileceğimiz söylenince grup olarak yine bir araya geldik. Günlerden 14 Temmuz idi, Izmir’in alışılmış sıcağı yoktu, aksine tatlı bir esinti vardı. Ankara’da edebiyat öğretmenliği yapan Faruk Dinçer akıcı konuşan, dergilerde yazıları çıkan esprili, nüktedan bir kişiydi. “Arkadaşlar, hiç endişeye gerek yok, yeni bir uygulama bu, beş bin kişi eğitim alacak, ki bunun içinde yöneticilik, müdürlük, gazetecilik, müzisyenlik hatta siyaset yapanlar var, bize zorluk çıkarmazlar. Bakın, ne güzel de rüzgar esiyor, Bornova yüksek bir yer, İzmir gibi sıcak olmaz, ben şahsen kendimi kampa gelmiş gibi hissediyorum, parasız bir yaz tatili geçireceğimizi düşünüyorum, spor da yapacağız, ben ve Necdet kilo da vereceğiz, hergün akşamları toplanır böyle sohbet ederiz!” dedi. Sesinde söylediklerine yüzde yüz inanmış bir tını vardı, bu hemen hepimizi etkisi altına alıp rahatlattı. O bitirince bu kez Necdet Özcanlı çeşitli anekdotlar anlattı, öyle komikti ki anlattıkları attığımız kahkahaların haddi hesabı yoktu. Moralimiz iyice yerine gelmişti. Faruk Dinçer yatmak için koğuşa giderken “Arkadaşlar, bir gün bitti bile. Doksan gün nedir ki, onun nasıl bittiğini anlamayacağız, bana inanın!” dedi. Üçümüz de ona inandığımızı söyledik, o moralle rahat bir uyku uyuduk.

Sabah oldu, kalk borusu çalınca üstümü giyip kahvaltı için yemekhaneye doğru yöneldim. İnerken merdivenin başında ellerini kafasının iki yanına koymuş, derin derin düşünen, çok üzgün olduğu hemen anlaşılan birini görünce “Kim ki bu?” diye durdum. Faruk Dinçer’den başkası değildi oturan. Yanına yaklaşmadan önce “Acaba ailesinden kötü bir haber mi aldı? Bir yakını hastahaneye mi kaldırıldı? Dişi mi ağrıdı veya midesi mi tuttu?” gibi onlarca soru geçti aklımdan. Ondan gelecek kötü haberin endişe ve tedirginliğini içimde olanca ağırlığıyla hissederek “Faruk abi günaydın, ne oldu, kötü bir şey mi var?” diye sordum. Yüzüme bulutlu bir bakışla baktı, verdiği yanıt aklımdan geçenlerin hiçbiriyle ilgili değildi: “Yav, bu seksen dokuz gün nasıl geçecek, onu düşünüyorum!” dedi…

Üç ay askerlik bayağı sıkıntılı geçti. Daha önceki yıllarda yirmi dört ay, yirmi ay askerlik yapmış olanlar varken ve o sıralarda normal askerlik on sekiz ayken üç ay askerliğin sıkıntılı geçtiğini söylemek dinleyene “hadi be sen de!” dedirtse ve tuhaf kaçsa da “sıkıntılı” sıfatı bir gerçekti. Sıkıntının birinci nedeni musluklardan su akmıyordu, depo suyuna muhtaçtık. İzmir’in sıcağında ter içinde geçen bir eğitim gününün sonunda duş alamayınca ekşi ekşi kokuyorduk. Duş adına bir iki gazoz şişesine doldurduğumuz suyla vücudu ıslatmak yapabildiğimiz en iyi şeydi. Sıkıntının ikinci nedeni aralarında kendilerinden yaşlı, müdürlük, yöneticilik yapmış kişilerin de olduğu bölükleri eğitmekle görevli genç subaylar böyle bir toplulukla ilk kez karşılaşınca ilk haftalarda biraz bocaladılar. Küçük de olsa bazı sorunlar yaşandı ama sonra üst rütbeli subayların konuya eğilmesiyle o sorunlar aşıldı. Üçüncü neden yemekhane önünde her seferinde yaşanan uzun kuyruklar yanında beş bin kişiye yemek hazırlamanın zorluğuydu.Yemeklere alışamayanlar ve kuyrukta uzun süre beklemek istemeyenler kantine yönelir, bu kez de onları kantinde uzun kuyruklar beklerdi…

İnsanların oyun ihtiyacının sadece küçük yaşlarda olmadığını üç aylık askerlik esnasında gördüm. Gün içindeki sözel derslerde sıcaktan bunalan yetişkin kişilerin, müdürlerin, yöneticilerin teğmenler ders anlatırken birbirlerine küçük taşlar, çöpler, kâğıtlar fırlattıklarını görüyor, için için gülüyordum. Orada ünlü kişi olarak gördüğüm tek kişi çekik gözlü müzisyen Esin Engin idi. Besteci, aranjör, şarkıcı ve orkestra şefi kimliklerine sahip Esin Engin’le bir iki kez konuştum, dikkatimi çeken samimi ve mütevazi tavırları oldu. Genç denilecek bir yaşta, elli iki yaşında vefat ettiğini öğrendiğimde üzüldüm. Azmi Gündoğdu orada yeni tanıştıklarım arasında belleğimde yer eden bir başka kişiydi. Hani bazı insanlar vardır, “Bende güven uyandırdı” dersiniz, Ankara’da yaşayan, Bitlis’li Azmi Gündoğdu öyle biriydi. O günlerden aklımda kalan bir başka sima ise akşamları kemençesiyle bir şeyler çalıp şarkı söyleyen Karadenizli bir arkadaştı. Çok espriliydi ve çevresine neşe saçardı. Bir gün bir teğmen onu başında kep olmadan görünce “Nerede kepin?” diye sordu. Ne dediğini hatırlamadığım bir şey söyledi kemençe çalan. Teğmen “Yalan söyleme!” deyince “Yalan söyleyen o…u çocuğudur!” dedi. Bu cevap Karadenizliye üç gün çadırda kalma cezası getirdi…

Hafta sonlarını iple çekerdim çünkü çoğu kişi gibi “evci izni” almıştım. Teyzem Aydın’da yaşıyordu. Kuzenim Tuncer Altıntaş da İzmir Hacılarkırı Cemal Gürsel Kışlası’nda kısa dönem askerlik yapıyordu, onunla cuma akşamları buluşur Aydın’a gider, pazar akşamları dönerdik. Uzun yemek ve kantin kuyruklarından, susuzluktan, yakıcı güneşten, koğuştaki gece horlamalarından uzakta Aydın’da iki gün geçirmek dinlendirici olur, evden neredeyse dışarı çıkmazdım…

Kitaplar ve okuma yönündense sıkıntı yoktu aksine üç ay verimli geçti. Bu verim kendiliğinden olmadı tabii. İlk on gün sadece yorgun düştüğüm akşam saatlerinde bir saat kitap okuyabildim. Bu sürenin getirdiğim yedisi İngilizce, dördü Fransızca kitapları bitirmeye yetmeyeceğini görünce “fazladan okuma zamanları” yaratmam gerektiğini düşündüm. Çare olarak şöyle bir yol buldum: Her gün kitaplardan yirmi beş sayfa koparıyor, onları kitap kapağının içinde ikiye katlıyor, göğsümdeki ceplerden birine İngilizce, diğerine Fransızca sayfaları koyuyordum. Gün içindeki eğitimlerde teğmenler bir şeyler anlatırken ben yerde dizlerimin arasına ebadı küçülmüş kitabı koyuyor, komutanın beni görmemesini sağlama aldıktan sonra okumaya başlıyor, iki kitaptan toplam elli sayfa okumayı akşama kadar bitiriyordum.  Böylece kitaplar yatakhane dolabımda tek parça kaldıklarında okunmayacakken parçalara bölündüğü, ebatları küçüldüğü için okunacak hale gelmişlerdi. Bunu uygulamaya koyduktan sonra kitapları peş peşe bitirmeye başladım. Terhis günü askerlik hizmetini bitirmek kadar hatta daha çok getirdiğim kitapları bitirmiş olmak beni mutlu etmişti…