Herşey 2024’ün son haftasında başladı. “Yine safram tuttu, çok ağrım var!” diye oturduğu yerde kıvranıyordu. Sararmış yüzünden iyi olmadığı belliydi. “Eve gideyim, dinleneyim” diyerek kafedeki işinden erken ayrıldı. Çekirge Devlet Hastanesi’ne gitti, serumlu beş günlük tedaviden ve bazı tahlillerden sonra çıktı geldi. 2025’e girerken “Bu safra beni yine rahatsız ederse bu kez ertelemeyecek, ameliyat olacağım!” dedi kararlı bir ses tonuyla. Nitekim rahatsızlık bir ay geçmeden yeniden nüksetti. Ocak-Mayıs arası Çekirge Devlet-Şevket Yılmaz- yeniden Çekirge Devlet-Şehir Hastanesi arasında mekik dokudu durdu. Kan veriyor, film çektiriyor, tahliller yaptırıyordu. O yalnız safra kesesinde bir sorun olduğunu sanıyordu ama sonra pankreasta da bir şey görüldü. Dolayısıyla safra kesesi ameliyatından önce pankreasdaki o şeyin alınması gerekliliği ortaya çıktı. O günlerde birkaç kez “Param olsaydı bir özel hastanede böyle ‘git gel-ileri tarihe gün vermeler’ olmaz, şimdiye kadar ameliyatları olurdum!” dediğini hatırlıyorum. Sonunda o iki ameliyatı Şehir Hastanesi’nde olduğunda takvimler 14 Mayıs’ı gösteriyordu. Haziran ortasına kadar dinlendi sonra kafedeki işine döndü.
“Hadi ameliyatlar bitti, kontrollerde de bir sorun yok, çok şükür” dedik. İşe başladıktan sonra geçen üç haftada “İyiyim, iştahım da yerine gelmeye başladı” gibi bir cümle ancak bir iki kez ağzından çıktı. “Ama hala eski gücüm, eski iştahım yok, halsizim, zayıfladım epey” daha çok kullandığı cümleler oldu. Temmuz ortasında yeniden işi bıraktı. Bir süre Tavşanlı’da kızının, bir süre de can dostu Cevat Mavioğlu’nun Fıstıklı yakınındaki yayla evinde kaldı. Bazen denizde motorla zaman geçirdiler, yayla havası soludular. Haftada en az iki üç kez onu arıyor, durumunu soruyor, hep iyi bir haber bekliyordum. Ne var ki aldığım yanıtlar hiç beklentimi karşılamıyordu. “Boynumda, sırtımda, belimde gezinip duran, yer değiştiren ağrılar bana rahat vermiyor. 72 kiloydum, 57 kiloya düştüm!” diyordu. Onun iyileşip kafede işinin başına dönmesini beklerken Ağustos’un üçüncü haftası geldi. Onu 35 gündür görmediğimi farkettim. Doğrudan Cevat’ı aradım, durumunu sordum. “Pek iyi değil!” lafını duyunca onu ziyaret etmek istediğimi söyledim. “Buyur gel, seviniriz!” dedi. “Dost kimdir…dostluk nedir?” sorularının yanıtlarını en iyi onunla Cevat arasındaki dostluğu görünce aldım. Uzun yıllar önce Polyen tekstilde sonra birlikte iş kurup çalışmanın da etkisiyle bu dostluğun nasıl perçinlendiğini, birine bir şey olduğunda diğerinin nasıl yardıma koştuğunu, nasıl endişe duyduklarını yakından gözlemledim…
Evin salonuna girip yatmakta olan arkadaşımı görür görmez işin ciddiyetini anladım. İki saatlik ziyaretim esnasında yattığı yerden kalkamadı, bir taraftan öbür tarafa dönemedi, Cevat’ın yardımı bile işe yaramadı. Onu hiç böyle görmemiştim, içim bir tuhaf oldu. Sararmış yüzü, kol ve bacaklarında kemikleri ortaya çıkaran incelmeler bana “Daha önce dediği 57 kiloda bile değildir şimdi, 50 kilo var mıdır bilmem!” dedirtti. Net yirmi kiloluk bir zayıflama söz konusuydu. Önüne getirilenlere ağzını sürmüyor sadece eski günlerden bahsederken sesinin rengi değişiyor, gülmeye çalışıyor ama ona dahi gücü yetmiyordu. Cevat “Çekirge Devlet Hastanesi’nde çekilen son tomografi, MR ve diğer şeylerde onkolojik bir şey olmadığı söylendi. Yalnız kemiklerde bir şeylere rastlanmış. Bunun araştırılması için Fakülte Hastanesine sevk etti doktor, pazartesi oraya gideceğiz” dedi.
Salonda ona bakarken aklımdan neler geçmedi ki! Arkadaşım son derece renkli bir insandı. “Lafı cebinde” denen kişilerdendi. Hiç laf altında kalmaz, anında cevabı yapıştırırdı. İnsan tahlilleri mükemmeldi. “Şu nasıl biri?” diye sorardım tanımadığım biri için. İki üç cümlede iki üç sıfatla o kişiyi tarif eder sonraki günlerde o kişinin aynen söylendiği gibi olduğunu görürdüm. Pek çok kişide bu sonucu aldığım için özellikle “mükemmel” sıfatını kullandım. Küçük büyük, kız erkek fark etmez herkese karşı sevecen, saygılı davranır, gençlerin dertlerini dinler, gerektiğinde onlara tavsiyelerde bulunurdu…
Onunla evime sekiz dakika yürüme mesafesindeki Konak Bilardo Cafe’de tanıştığımızda yıl 2017 sonbaharıydı. Nilüfer Olimpik Yüzme Havuzu içindeki kafenin bir bölümünde dört bilardo masası vardı. Kafe kısmı genelde tenha olur, bu da bana rahat kitap okuma fırsatı verirdi. Okumalara ara verdiğimde bir süre bilardo oynayanları seyreder sonra masama dönerdim. Haftada bir gün hariç sekiz yıl boyunca her gün 12.30-16.00 arası zamanımı orada geçirdim. Kısa zamanda onunla aramızda iyi bir samimiyet oluştu. İkimizin de doğum günü aynıydı. Benden on iki yaş küçüktü, ilk gördüğümde elli beş yaşındaydı. Her gün en az on dakika çeşitli konularda konuşurduk. Yıllar içinde konuşmadığımız konu kalmadı diyebilirim. Canlı, neşeli, esprili, taklit yeteneği yüksek, sanatkar ruhlu bir insandı. Soğuğa karşı büyük bir direnci, bağışıklığı vardı. “Yolda tuhaf tuhaf bakmasalar kışın bile işe tişörtle gelirdim, bu montu zoraki giydim” derdi. Kafe birkaç yıl ısıtma sorunu nedeniyle soğuktu, müşteriler kabanla oturmuş okey oynarlarken o kısa kollu tişörtüyle servis yapardı.
Önemli olmayan bir sebep, bir inat yüzünden eşinden boşandığını, bazı kadınların davranışlarına bakınca karısının değerini anladığını söyler, çok olmasa da pişmanlık duyduğunu hissederdim. Ama bekarlıktan da şikayetçi değildi. “Bekarlığa alıştım, temizliğimi, yemeklerimi yaparım, işten dönünce biraz televizyon derken yalnızlık aklıma gelmiyor” derdi. Hatta evinde mutlu olmayan bazı erkekler ile yeni boşananlar onun bekarlığına, bekarlığı güle oynaya sürdürmesine özenirlerdi. Pişmanlık duyduğu ikinci bir konu Sırameşeler’de aldığı evi bir komşuyla arasında çıkan bir sürtüşmeden dolayı satması, onun parasıyla köyünde bir ev yapmasıydı. “O parayla Bursa’da başka bir yerde 1+1 daire alsaydım ne iyi olurdu! Git de köyde ev yap, ne akıl ama!” diye kendine kızardı. Bununla beraber 2024 yazından itibaren köydeki ev birden gözünde değer kazandı. Gelecek yıl işi bırakacağını, köydeki eve ne gibi tadilatlar yapacağını, neler alacağını söylemeye başladı. İlerleyen hafta ve aylarda onu bazen derin düşüncelere dalmış görürdüm. “Ne düşünüyorsun?” diye sorduğumda “Eve yapacağım şeylerin hayalini kuruyorum!” derdi. Bir keresinde de “Hocam, bana altmışlı yaşların, ellili yaşlara benzemediğini söylerdiniz. Gerçekten de altmışlı yaşlara girince kendimde birtakım değişiklikler görmeye, eskiden sevdiğim bazı şeylerin artık bana zevk vermediğini, tat aldığım şeylerin azaldığını fark ettim” diye bir itirafta bulunmuştu…
Salondan ayrılırken elini tuttum, başını okşadım “İnşallah pazartesi günü fakülteden iyi haberler alacağız!” dedim. Bunu söylerken açıkçası buna kendim de pek inanmıyor, onu belki de son kez görmüş olduğumu düşünüyordum. 25 Ağustos Pazartesi günü Cevat’ı aradım. “Haberler iyi değil. Fakültede tetkikler yapılırken fenalaştı, beyin kanaması geçirdi” dedi. Salı günü kanamanın devam ettiğini, çarşamba günü beyin ölümünün gerçekleştiğini, 28 Ağustos Perşembe günü de fişin çekildiğini, Hüseyin Eröz’ün hayata veda ettiğini öğrendim.
Onu hep iyi duygularla hatırlayacağım. Allah rahmet etsin…