Olay Gazetesi Bursa

İki insan

On yıl önceydi, bir kahvede oturmuş, kitap okuyordum. Yan masadakiler bazen gürültülü, bazen de sessiz bir şekilde okey oynuyorlardı. Şahsen tanıdığım ama hiç konuşmadığım bir kişi de onları seyrediyordu. Bana en yakın olan oydu. Nasıl olduysa bana döndü, sanki daha önce yarım bıraktığı şeyi anlatmak isteyen bir insan gibi konuşmaya başladı: “Kamudaki çalışma hayatım boyunca […]

On yıl önceydi, bir kahvede oturmuş, kitap okuyordum. Yan masadakiler bazen gürültülü, bazen de sessiz bir şekilde okey oynuyorlardı. Şahsen tanıdığım ama hiç konuşmadığım bir kişi de onları seyrediyordu. Bana en yakın olan oydu. Nasıl olduysa bana döndü, sanki daha önce yarım bıraktığı şeyi anlatmak isteyen bir insan gibi konuşmaya başladı:
“Kamudaki çalışma hayatım boyunca işe sarılmaktan, sorumluluk gerektiren işlerden hep kaçtım. Nerede işin kolayı varsa ben oradaydım. Zor iş oldu mu bana verirler diye endişelenirdim. Hiç öne çıkmayan, hiç iddia taşımayan biriydim. Bu halim bilinir hale gelince de zaten önemli bir iş bana verilmedi, hiçbir toplantıya çağrılmadım, bir üst makama terfi ettirilmedim. Kamuda değil özel bir şirkette olsaydım beni on kere işten çıkarırlardı. Yirmi beş yılı doldurunca hemen emekli oldum. Geriye dönüp baktığımda kendimden utanıyorum, sorumluluk almaktan, kendimi geliştirmekten kaçtığım için büyük bir pişmanlık duyuyorum. Emekli oldum, bir şeyler yapmam lazım. Hiç olmazsa şimdi farklı davranayım diye düşünüyorum ama nereden başlayacağımı bile bilmiyorum çünkü ruhuma işlemiş o “sorumluluktan kaçan” düşünce ve davranış alışkanlığım. İş yapma, proje üretme konusunda bir deneyimim, bir bilgim yok” dedi. Ellili yaşlarda, orta boylu, seyrek saçlı, bıyıklı, yuvarlak yüzlü, dişleri problemli, hafif göbekliydi. İlk defa konuştuğum adamın yekten itiraf niteliğindeki sözleri beni az şaşırtmadı.  Anlattıkları hoş olmasa da hoş olan bir şey vardı, o da adamın dürüst tavrıydı.
Kahveci masaya çayları koydu, okey oynayanların taş seslerine kısa bir süre çay kaşığı sesleri eşlik etti. Adam çay ocağına dönmekte olan kahveciyi işaret ederek “O benim 180 derece zıttım” dedi. “Nasıl yani?” diye sordum. Anlattı kahvecinin nasıl biri olduğunu. Aslında kahveciyi iyi tanıyordum, sadece bir de onun anlatımıyla kahveci hakkında bilmediğim şeyler öğrenmek amacıyla onu dinledim. Gördüm ki kahveci hakkında bildikleri benim bildiklerimden azdı…
Kahveci elli beş yaşında, 1.85 boyunda, sportmen görünümlü, esmer, kıvırcık saçlı, dikkat çeken, gösterişli bir adamdı. İnşaat, tarım, yol veya başka zor işlerde çalışmış insanlarınki gibi avuçları nasırlaşmış, pütürlüydü. Görüntüsünü biraz bozan da bu avuç içleriydi. Servis yaparken en çok dik dik yürüyüşü dikkatimi çekerdi. Sabahları genellikle asabi ve gergindi, ilerleyen saatlerde yumuşardı. Onu morali yüksek, gülerek şarkı mırıldanırken gördüğüm bir sabah bayağı şaşırmıştım. Bunu hatırlattığımda “Benim moralimin yüksek olma süresi on beş dakikayı geçmez. Dingilin biri bir söz söyler veya uygunsuz bir davranışta bulunur, moralim hemen bozulur. Kahvecilik bildiğin gibi değil, zor iştir. Herkes yapamaz. Mecbur olmasam ben de yapmam, zaten kahveyi kafamdaki miktarı verecek birini bulursam devredeceğim” dedi. “Çocuk diyebileceğim genç yaşlarımdan beri inşaat işlerinde çalıştım, minibüs şoförlüğü dahil el emeği gerektiren başka işler de yaptım” diye ekledi. Bu nasırlaşmış avuçları için de bir açıklamaydı…
Kahvenin arka kısmında duvara sırayla gitar, saz, bağlama, ud gibi enstrümanlar asılmıştı. İki oyun masası alabilecek o yer kahvecinin özel alanıydı. Özellikle sabahın erken saatlerinde, müşterinin az olduğu zamanlarda oraya çekilir, enstrümanlardan birini alır, önüne açtığı deftere bakarak şarkı mırıldanırdı. Bazen bir arkadaşı gelir, onunla birlikte çalar, söyler, eseri tartışırlardı. Sesi güzeldi kahvecinin. Onu mutlu eden uğraş kahvecilik değil müzikti. Samimiyetimiz ilerledikçe bu konuda onunla epey sohbet ettik. “Bursa dahil Mudanya, Gemlik, Orhangazi, Karacabey, İnegöl, Bandırma gibi yerlerde belli mekanlar beni arıyor, haftada bir iki gece gidiyorum, programım biter bitmez dönüyorum. Sahnem kötü değil. Kaset yaptım kliple beraber, yerel televizyonlarda, radyolarda şarkılarım çalındı. Haftada bir iki gece sahneye çıkmak benim için ek gelir oluyor, kahve nedeniyle daha fazla gidemiyorum. İçkili mekanlarda çatal, kaşık, bıçak sesleri arasında şarkı söylemek açıkçası pek hoşuma gitmiyor, soliste saygı gösterilmiyor gibi hissediyor insan. Ama iyi tarafı da var, şarkıda unuttuğun bir yerde başka bir şey diyorsun, içkili kafalarda bunu fark eden, tepki gösteren pek olmuyor.”
Pandemi başlayınca doğal olarak o kahveye gidişlerim kesildi. Pandemi hız kesince üç yıl sonra kahveye tekrar uğradım. Morali iyiydi, gülüyordu, kilo vermiş, daha fit bir görünüme sahip olmuştu. İlk sorduğum soru “Bir flaş haberin var mı?” oldu. “Var, kahveyi dört ay önce 170 bine devretmiştim birine. O parayla arabamın taksitlerini tümden ödedim, bitirdim sonra kafamı dinlemek için bir süre memlekete gittim. Daha iki ay olmadan kahveyi devir alan adam telefonlar etmeye başladı, ‘Abi, etme eyleme, gel kahveyi tekrar al, ben bu işi yapamayacağım, çok zormuş bu kahvecilik!’ dedi. Nasıl ısrar ediyor anlatamam. Sonra oturduk, konuştuk. ‘Ben sana şimdi ancak elli bin veririm, yirmi bin de sekiz ay sonra, kabul edersen alırım tekrar kahveyi!’ dedim, adam nasıl sevindi, hayret ettim. İki aydır tekrar kahvenin başındayım. Ama yine devretmek, ağırlığı müziğe vermek istiyorum” dedi…
İşte iki insan. Kamu çalışanı sorumluluk almadan güya çalışmış, hep kaçak güreşerek yaşamış, bir başka deyişle boş boş oturmuş, şimdi de boş boş yaşıyor. Kahveciyse doğrusuyla eğrisiyle dolu dolu yaşamış, dolu dolu yaşamak için de gayret sarfetmeye devam ediyor…