Yazlık ev hiç ilgimi çekmedi, onun yazları bir yere bağlanma anlamına geleceğini, bunun yerine yazları değişik yerlerde geçirmenin daha iyi olacağına inandım. Ege, Akdeniz ve Marmara’da bir çok değişik yerde tatil yaptıysak bunda yazlık ev konusundaki düşüncemin payı var. Bu değişik yerlerden biri beni çok etkiledi. O yer bir ada, Gökçeada.
İlk kez iki bin beş yılında beş günlüğüne gelmiştik Gökçeada’ya. O yıl Uğurlu köyünde Huriye Hanım’ın pansiyonunda kalmış, öğle ve akşam yemeklerini köye beş kilometre mesafede yer alan Milli Eğitim kampında yemiş ve denize de kampın önündeki plajda girmiştik. Kamp ortamının çok güzel olduğunu görünce ikinci yıl kampa yazılmak için bakanlığa dilekçeyle başvurmuştuk. Olumlu bir yanıt alamamıza karşın yine de “belki boş bir yer buluruz!” düşüncesiyle gitmiş ve nitekim kendilerine kamp çıktığı halde gelmeyen bir ailenin yerine biz geçmiş, on iki gün kalmıştık ikinci gidişimizde. Üçüncü yıl ise kalış süremizi on altı güne uzatmıştık. Daha sonraki gelişlerimizin ikisindeyse otellerde kalmıştık.
Gökçeada ülkemizin en büyük adası ve aynı zamanda Uğurlu köyüne yedi sekiz kilometre mesafedeki İnce Burun da batıdaki en uç yer. Kuzu Limanı’nın karşısında yeşilliksiz ve tamamen çıplak taştan bir dağ gibi görünen Yunan adasının adı Semadirek. Çanakkale Kabatepe’den kalkan feribotlar Kuzu Limanı’na iki saatte varabiliyor. Limanla ilçe merkezi arası yedi kilometre. Merkeze kadar kıraç bir görüntü var. Merkezden Uğurlu köyüne kadarki yirmi beş kilometrelik alçak dağların eteğindeki inişli çıkışlı ve bol virajlı yol gözlere göletlerin de olduğu ormanlık ve güzel bir manzara sunuyor. Bu güzergahta Zeytinli ilçeye en yakın köy konumunda. Sonra yolun uzağında tepede adı Tepeköy olan eski bir Rum köyü var ki köyde çok az insan yaşıyor. Yol kenarında yokuştaki Şahinkaya’yı geçince düzlükte kurulu Dereköy değişik mimarideki evleriyle bir başka Rum köyü ama evlerin çoğu orda da boş. Ancak dini bayram gibi önemli günlerde Rumların buraya geldikleri ve köyün kalabalıklaştığı söyleniyor. Villa tipi evlerin olduğu Şirinköy Uğurlu’ya varmadan önceki son köy…
Bozcaada ve onun kadar olmasa da özellikle girişte insanı titreten Altınoluk, Akçay gibi yerlerin aksine denizin Gökçeada’da Fethiye’deki gibi sıcak olması insanı biraz şaşırtır. Gökçeada’nın Rumca adı İmroz “rüzgârlı ada” anlamına geliyor. Gerçekten de esinti ve rüzgâr hiç eksik değildir hatta rüzgâr bazen öyle vınlar ki kapılar asla açık bırakılamaz. Geceleri de bu vınlamalar uykulara bir fon müziği gibi eşlik eder. Ama bu rüzgâra karşın yine de deniz yüzde doksan çarşaf gibi bir görüntü sergiler. Poyrazda olmayan dalganın ancak lodosta kendini gösterdiğini ve bu “dalgasız deniz” söyleminin daha çok temmuz ve ağustos aylarında geçerli olduğunu, ağustos ortalarından itibaren fırtınadan gemi seferlerinin bazen birkaç gün yapılamadığını ve acil durumlarda insanların askeriyenin helikopterleriyle ada dışına taşındıklarını oranın yerlilerinden öğrenmiştik. Ayrıca pansiyon ve otellerin dolu olduğu sürenin haziran yirmi ile ağustos sonu gibi iki buçuk, taş çatlasa üç ayı geçmediği edindiğimiz bilgiler arasındaydı. Dolayısıyla pansiyon ve otel işletenlerin ne kazanırlarsa bu iki buçuk üç ayda kazandıkları açıktı…
Bugünkü haliyle Gökçeada, Ege ve Akdeniz’deki tatil beldeleriyle karşılaştırıldığında gerçek şu ki “pırıltısı az” bir yerdir. Ulaşımın zor olması muhtemelen adanın fazla tanınmıyor olmasının sebeplerinden birisidir. Anadolu’dan gelen birinin oraya gelirken önce Çanakkale-Eceabat, sonra da Kabatepe-Gökçeada arasında feribota binmesi gerekiyor. Arabası olmayan veya turla gelmeyen biri için ada doğal olarak çevredeki kolay ulaşılan yerlere tercih edilmiyor. Karaya iki saat uzaklıkta olması bazen insanda bir açık cezaevinde kalıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyor ve istediğiniz anda arabanıza atlayıp oradan ayrılamayacağınızı düşünmek, gemiye mahkûm olmak, fırtına varsa adadan çıkamamak bayağı tedirgin edici. Dahası gece hayatını sevenler için Gökçeada ideal bir yer değil. Bunun için ilçe merkezine beş kilometre uzaklıktaki Kaleköy’e gitmek gerekiyor. Orası dahi başka sahil beldelerine göre çok daha az hareketli. Ama Gökçeada’nın bir çok insanda tiryakilik, bağımlılık gibi duygular yaratmasında bu dezavantajların da rolü olsa gerek. Adanın bir çok yerinde kendi başına otlanan keçileri görmek mümkün. Keçi peynirleri güzel. Halk kendi yiyecek sebze ve meyvelerini bahçelerinde yetiştiriyor. Bu nedenle sebze ve meyvalar organik bir özellik taşıyor ve yenildiklerinde farklı oldukları hemen seziliyor. Deniz turizmi yanında şarapçılık ve zeytin yetiştiriciliği gelişme potansiyeli taşıyan gelir kaynaklarından…
Bir de komik bir anım var: Bir sabah değişiklik olsun diye otelden arabama binmiş Kaleköy’e gitmiştim. Kapıları kilitledikten sonra bagajda unuttuğum bir şey aklıma gelmiş, onu almak için kapağı açmış sonra denize “tedbirli bir insan!” kimliğiyle girmek için de anahtarı bagaja bırakmıştım! Denizden çıktıktan sonra havluları almak için açmak istediğimde otomatikman kilitlenmiş olan bagaj karşısında açıkçası fena afallamıştım. Ama yedek anahtarın otelde olduğunu hatırlamam kısa sürede afallamamı buharlaştırmıştı. Artık tek sorun yanımda para olmadığı için beni beş kilometre mesafedeki otelime götürecek bir araba bulmaktı. Yola çıkıp hayatımda ilk kez oto-stop yapmak için beklemeye başlamış, işaret ettiğim ilk sekiz araba durmadan devam etmiş sonunda İstanbul’dan geldiklerini söyleyen altmış yaşlarında bir çift beni otelin önüne bırakmıştı. Anahtarı aldıktan sonra bir minibüsle Kaleköy’e dönmüş, arabamı alarak otele gelmiştim…