Olay Gazetesi Bursa

Kentten köye: Dijital dünyada kaybolan kökler

Akıllı telefonlar elimizde, ama köklerimiz parmaklarımızın arasından kayıyor. Köy yolları eskisi kadar kalabalık değil. Gençler, büyük şehirlere göçtü; bağ, bahçe yerini dijital ofislere bıraktı. Ancak bir yandan da sosyal medyada köy hayatına özlem dolu içerikler izliyoruz. Modern yaşamla gelen bu çelişki, aslında hepimizin içinde büyüyen bir boşluğu işaret ediyor. Şehirdeki bir kafede, elinde “third wave” […]

Akıllı telefonlar elimizde, ama köklerimiz parmaklarımızın arasından kayıyor.

Köy yolları eskisi kadar kalabalık değil. Gençler, büyük şehirlere göçtü; bağ, bahçe yerini dijital ofislere bıraktı. Ancak bir yandan da sosyal medyada köy hayatına özlem dolu içerikler izliyoruz. Modern yaşamla gelen bu çelişki, aslında hepimizin içinde büyüyen bir boşluğu işaret ediyor.

Şehirdeki bir kafede, elinde “third wave” kahvesiyle oturup telefonundan “köyde sabah rutini” videoları izleyen bir kuşak var artık. Ekranda; taze ekmek kokusu, tandır başında çay, kümesten yeni alınmış yumurtalar, sabah serinliğinde hayvanlarını otlağa süren insanlar…

Masada ise; teslim tarihine yetişmesi gereken sunumlar, cevap bekleyen mailler, okunmamış mesajlar.

Bu sahne aslında yeni bir ikilemin fotoğrafı:
Gerçek köyden uzak, ama köy romantizmine çok yakın bir hayat.

Köyden kente göç hikâyesi yeni değil. Yıllardır devam eden sosyolojik bir süreç bu.

Yeni olan şey şu:
Göçen nesil, geride bıraktığı hayatı artık dijitalde teselli ediyor.

Bir zamanlar köyden şehre gelenler, arkalarına bile bakmadan “şehirli olmak” için çabalardı. Bugün ise şehirde büyüyen birçok genç, geçmişini ve köklerini yeniden keşfetmek için sosyal medyada “köye dönüş” videolarının altına iç çeken yorumlar yazıyor:

“Keşke böyle bir köyüm olsaydı.”
“Dede evini satmasaydık da her yaz gitseydik.”

Elimizde telefon, başkasının köyünü izleyerek kendi kaybettiğimiz köyümüzü, belki de hiç sahip olmadığımız bir aidiyet duygusunu arıyoruz.

Romantize edilen köy, unutulan gerçekler

İzlediğimiz videoların çoğunda köy hayatı “filtreli” bir mutluluk gibi anlatılıyor. Kameraya yansıyan genellikle baharın en güzel zamanı, güneşli bir sabah, sofraya konan doğal ürünler, çocukların özgürce koşturduğu tertemiz sokaklar…

Oysa köy aynı zamanda:

• Kışın ayazında zor ısınan evler,
• Gün doğmadan kalkılan ağır işler,
• Sağlık, eğitim, ulaşım gibi noktalarda yaşanan sıkıntılar demek.

Biz ise ekranda, köyün sadece “özlenesi” tarafını görüyoruz.

Bu da bizi daha büyük bir yanılgıya sürüklüyor:
Sanki köy, tüm sorunlardan arınmış, huzurun tek adresiymiş gibi.

Köyü gerçek haliyle bilmeyen şehirli kuşak, dijitalde idealize edilmiş bir “köye kaçış” hayali kuruyor. Ne köyü gerçek anlamda tanıyor, ne de şehirdeki hayatını sahici bir dönüşümle iyileştirebiliyor.
Arada sıkışmış bir ruh hâli bu.

Kök kaybı: Aynı evde, farklı dünyalar

Bir aile düşünün.

Dede hâlâ köyde doğduğu toprağın kokusunu anlatıyor:
“Bu toprak benim alın terimi bilir.”

Baba, gençliğinde köyden kente gelmiş. Onun gözünde köy, yoksulluk ve yokluk demek. Şehirde tutunmayı bir başarı hikâyesi olarak anlatıyor.

Torun ise; köyü sadece bayramda gidilen, telefonda “şebeke çekmeyen”, ama Instagram’da çok havalı duran bir fon olarak biliyor.
Onun için köy, daha çok **“story arka planı”**na dönüşmüş durumda.

Aynı soyadını taşıyan üç kuşak, köy denince üç farklı şey hayal ediyor:

• Biri emek,
• Biri mücadele,
• Biri estetik.

İşte kaybolan kökler tam da burada ortaya çıkıyor.
Kök sadece doğduğun yer değildir; kök, o yere dair ortak hafızadır.

Bugün bu hafıza parçalanıyor.

Dijital kökler, gerçek bağlar

Peki bu gidişatın geri dönüşü yok mu?

Var. Ama romantik kaçışlarla değil, bilinçli bağlarla.

Köklerimize tutunmak, ille de şehri bırakıp köye yerleşmek anlamına gelmiyor. Bazen:

• Bir bayramda fazladan iki gün köyde kalmaktır,
• Dedemizin anlattığı hikâyeleri kayda almak, yazıya dökmektir,
• Aile soy ağacını gerçekten merak edip araştırmaktır,
• Çocuğumuza sadece tablet değil, dedesinin çocukluğunu da anlatmaktır.

Dijital dünya, geçmişle bağımızı koparmak zorunda değil.
Doğru kullanılırsa bu bağı güçlendirebilir.

Bir köy türküsünün hikâyesini anlatan kısa bir video,
eski bir fotoğrafın altında yazılan birkaç satırlık hatıra,
yıllardır gidilmeyen baba ocağının konumunu aile grubunda paylaşmak bile bir başlangıçtır.

Mesele, köyü sadece “iç geçirilen bir ekran görüntüsü” olmaktan çıkarmakta.

Nereye ait olduğumuzu unutmayalım

Belki hepimiz köye dönmeyeceğiz.
Şehir hayatı, modern dünyanın bir gerçeği.

İş, eğitim, sağlık, sosyal imkânlar… Tüm bunlar bizi şehirde tutacak.

Ama nereye gidersek gidelim, içimizde bir soru hep canlı kalmalı:
“Ben nereden geldim?”

Bu soru, sadece coğrafi bir koordinat arayışı değil.
Karakterimizin, değerlerimizin, dayanıklılığımızın kaynağını hatırlama çabasıdır.

Akıllı telefonlarımızı bırakmayacağız, sosyal medyadan da çıkmayacağız.
Fakat ekranı kaydırırken, köklerimizi de aynı hızla aşağı doğru kaydırmamayı öğrenmek zorundayız.

Çünkü sonunda geriye kalan, kaç “reel” izlediğimiz değil;
hangi hikâyenin parçası olduğumuzdur.

Köy yollarını unutsak da, o yollardan yürüyen insanların hatırasını unutmamız gerekiyor.

Köklerimizi gerçekten kaybedersek, şehirde de köyde de kendimizi tam anlamıyla “evde” hissedemeyiz.