Şoförsüz araçlar, çoğumuz için hâlâ bilim kurgu filmlerine ait bir sahne. Ben de uzun süre otonom sürüşü “bir gün gelir” diye izliyordum. Ta ki Amerika’da yaşayan eski editör arkadaşım Melis Erkek’le oturup San Francisco’daki deneyimini dinleyene kadar.
Melis’in anlattığı sahne basit: Telefona bir uygulama indiriyor, gideceği adresi yazıyor, “Araç çağır” tuşuna basıyor. 10–15 dakika sonra kapısının önüne bir taksi geliyor. Fark şu: Direksiyon yerinde, göstergeler yerinde ama sürücü koltuğu boş.
Aracı yöneten ne bir şoför ne de başka bir insan; sensörler, kameralar, radarlar ve yapay zekâ. Melis’e soruyorum: “Bu hâlâ test mi, yoksa hayatın bir parçası mı?”
Cevabı tereddütsüz: “Bu artık burada günlük hayat.”
Aslında konuştuğumuz şey, bir aracın A noktasından B noktasına gitmesinden daha fazlası. Şehir, altyapısı ve yazılımıyla birlikte bu yolculuğa eşlik ediyor.
Bir uygulama ve boş bir sürücü koltuğu
Melis’in deneyimi, bu geleceğin nasıl “normalleştiğini” görmek açısından önemli. Telefona Waymo uygulamasını indiriyor, adresini giriyor, aracı çağırıyor. Arka koltuğa geçip kemerini takıyor, ekrandan yolculuğu başlatıyor. Araç son derece yumuşak bir kalkışla hareket ediyor.
Buradaki kritik nokta şu: Araç sadece yol almıyor; şehirle adeta konuşuyor. Trafik ışıklarını, yayaları, bisikletlileri, diğer araçların hız ve yönünü anlık olarak okuyup karar veriyor. Şehrin altyapısı ve aracın yazılımı, aynı cümleyi kuran iki farklı dil gibi çalışıyor.
Melis’in ifadesiyle, “Aracın her anı şehirle nefes alıp veriyor gibiydi.”
Bu teknoloji artık bir deneme değil. Waymo, San Francisco, Los Angeles ve Phoenix’te haftada yüz binlerce yolculuğu tamamen şoförsüz gerçekleştiriyor. Yani bizim “gelecek” dediğimiz şey, orada bugünün ulaşım standardı.
Yolculuk değil, dijital şehir deneyimi
Bu araçlar aynı zamanda birer dijital şehir rehberi. Araç hareket hâlindeyken içerdeki ekrandan:
- kalan mesafeyi ve güzergâhın her aşamasını,
- anlık trafik yoğunluğunu,
- diğer araçların, yayaların ve bisikletlilerin konumlarını,
- kavşak ve yol güvenliğiyle ilgili uyarıları
gerçek zamanlı olarak görebiliyorsunuz.
Siz arka koltukta otururken sadece yol almıyorsunuz; bir yandan da şehrin dijital röntgenine bakıyorsunuz.
Ortaya çıkan tablo, bir otomotiv projesinden çok daha fazlası: şehir mühendisliği, yapay zekâ ile birlikte kurguladığı yeni bir ulaşım modeli.
Amerika neden bu kadar hızlı ilerledi?
Peki aynı teknoloji neden Amerika’da bu kadar hızlı standart hâline gelirken, başka ülkelerde hâlâ “uzak gelecek” kategorisinde kalıyor? Melis’in gözlemleri ve genel tabloyu yan yana koyunca dört ana başlık öne çıkıyor:
- Hukuki zemin erkenden hazırlandı.
Olası kazalarda sorumluluk zinciri yıllar önce tartışılmaya başlandı. Üretici, yazılım geliştirici, hizmet operatörü ve araç sahibinin nerede devreye gireceği netleştirildi. Regülasyon, teknolojinin peşinden koşmak yerine, onunla birlikte yürümeye çalıştı. - Büyük teknoloji devleri bunu altyapı olarak gördü.
Google (Waymo), Tesla, Amazon gibi şirketler, şoförsüz sürüşe “lüks oyuncak” gözüyle bakmadı; bunu geleceğin zorunlu altyapısı olarak konumlandırdı. Milyarlarca dolarlık Ar-Ge yatırımları, uzun vadeli stratejilerle bu alana aktı. - Testler simülasyonda kalmadı, sokağa çıktı.
Gerçek şehirlerde, gerçek trafik içinde, yıllarca süren testler yapıldı. Milyonlarca kilometrelik veri, binlerce senaryoyla birleştirildi. Sistemler, laboratuvarda değil, hayatın içinde olgunlaştı. - Şehir akıllanarak araca ortak oldu.
Trafik ışıkları, kavşaklar, kameralar, dijital haritalar ve sensörler; araçlarla veri alışverişi yapabilecek şekilde konumlandırıldı. Yani sadece araç değil, şehir de akıllandı.
Bu sayede şoförsüz araçlar, artık sadece bir otomobil projesi değil; şehircilik ve teknoloji dönüşmüş durumda.
Türkiye için gerçekçi takvim nedir?
Gelelim bize.
Tam şoförsüz, yani en üst seviye otonom araçların Türkiye’de günlük hayatın parçası olabilmesi için önümüzde üç temel başlık var:
- Şehir altyapısı:
Kavşakların, sinyalizasyonun, yolların ve veri merkezlerinin akıllı araçlarla konuşabilecek seviyeye gelmesi gerekiyor. Bugünkü düzensizlik ve yetersiz entegrasyon düşünüldüğünde, bu başlık ciddi bir planlama ve yatırım istiyor. - Hukuk ve sigorta:
Şoförsüz bir araç kaza yaptığında sorumluluğun kimde olduğu netleşmeden bu alanda büyük ölçekli adım atmak mümkün değil. Sigorta mevzuatı, sorumluluk paylaşımı ve regülasyonların önden hazırlanması şart. - Yatırım maliyeti ve ekosistem:
Sensör teknolojileri, yazılım ekipleri, veri merkezleri, test sahaları, siber güvenlik… Bunların hepsi büyük ve uzun vadeli yatırımlar gerektiriyor. Kısa vadeli bakış açısıyla bu ekosistemi kurmak zor.
Öte yandan, olumlu işaretler de var. Akıllı trafik sistemlerine yönelik projeler, elektrikli araçlara artan ilgi, TOGG gibi yerli girişimlerin bu dönüşümü yakından izlemesi, üniversitelerde ve teknoparklarda otonom sürüş üzerine çalışan ekiplerin ortaya çıkması, Türkiye’nin bu alanda tamamen oyun dışında kalmayacağını gösteriyor.
Bu tabloya bakarak kendi öngörüm şu:
Büyük şehirlerimizde sınırlı bölgelerde pilot uygulamaların başlaması için yaklaşık 8–10 yıllık bir süre gerçekçi görünüyor. Tam şoförsüz araçların daha geniş ölçekte, günlük hayatın olağan bir parçası hâline gelmesi için ise 12 – 15 yıllık bir perspektife ihtiyaç var.
Elbette bu takvim, bugün atılacak adımlara göre kısalabilir de, uzayabilir de.
Motor gücü değil, algoritma zekâsı
Artık otomotiv dünyasında konuştuğumuz şey beygir gücünden çok algoritma zekâsı; motor sesinden çok sensör hassasiyeti; şanzımandan çok yazılım güncellemesi.
İçten yanmalı motordan elektrikliye geçiş nasıl büyük bir kırılma yarattıysa, şoförsüz ulaşım da benzer ölçekte bir zihniyet değişimi gerektiriyor.
Türkiye’nin bu yeni ulaşım yüzyılında geride kalmaması için:
- şehir altyapısını dijitalleştirmesi,
- hukuki ve sigorta çerçevesini netleştirmesi,
- belediyeler, teknoloji firmaları ve üniversiteleri aynı masada buluşturması,
- girişim sermayesini bu alana yönlendirmesi
artık bir tercih değil, zorunluluk hâline geliyor.
Melis’in San Francisco sokaklarında yaşadığı o kısa yolculuk, aslında uzun bir soruyu önümüze koyuyor:
Otonom ulaşımın küresel standartları belirlenirken Türkiye o masada yerini alabilir; yeter ki biz, bugünden itibaren bu geleceği şekillendirecek cesur adımları atmaktan vazgeçmeyelim.