Sabahın erken saati… Şehrin henüz tam uyanmadığı, ama dertlerin mesaiye çoktan başladığı bir zaman dilimi. Kaldırımdan yürümeye niyetleniyorum; niyet diyorum çünkü artık bu şehirde yürümek bir tercih değil, bir mücadele biçimi.
İlk engel klasik: Kaldırım, bir marketin uzantısı haline gelmiş. Koliler, kasalar, paletler… Sanki içeri sığmayan her şey “nasılsa kamuya ait” diye dışarı taşmış. Kaldırım, yayaya değil; kartona, naylona ve indirim afişine hizmet ediyor. Tekerlekli sandalyesi ile ilerlemeye çalışan engelli bir vatandaş, bebek arabasıyla geçmeye çalışan bir anne, bastonuyla ilerlemeye çalışan yaşlı bir vatandaş için bu manzara küçük bir zorluk değil, başlı başına bir imtihan.
Ama hikaye burada bitmiyor. Asıl perde biraz ileride açılıyor.
Marketin önünde koca bir kamyon. Dörtlüler yanıyor; sanki dörtlüleri yakınca her şey meşru hale geliyormuş gibi. Kamyonun yarısı kaldırımda, yarısı yolda. Mal indiriliyor. “Beş dakika” deniyor ama o beş dakika, Bursa trafiğinde yarım saate eş değer. O esnada caddenin ortasına bırakılmış bir araç, akan trafiği tek şeride düşürüyor. Korna sesleri yükseliyor, otobüsler dur-kalk yapıyor, ambulans sireni duyulsa ne olur, düşünmek bile istemiyorum.
Yaya, kaldırımdan kovulmuş; sürücü, yolda rehin alınmış. Şehir, bir kamyonun insafına terk edilmiş.
Soruyorum kendi kendime:
Bu kamyonların park edeceği bir alan yok mu?
Varsa neden kullanılmıyor, yoksa neden planlanmıyor?
“Mal indireceğiz” cümlesi, adeta sihirli bir anahtar. Kaldırımı işgal etmeye, yolu kapatmaya, trafiği kilitlemeye yetiyor. Oysa aynı cümle, vatandaştan geldiğinde geçersiz. Siz arabanızı iki dakika yanlış yere bırakın, ceza hazır. Ama tonlarca ağırlıktaki kamyon, caddenin ortasında durabiliyor. Garip bir adalet dengesi.
Marketin içine girdiğinizde ise başka bir hikaye başlıyor. Raflarda yazan fiyatlarla kasadaki rakamlar arasında gizli bir mesafe var. Tüketici sorunca, suçlu belli: Etiket. O etiket nedense hep geç güncelleniyor. Ama kasa hiç gecikmiyor. Hızlı, kararlı ve daima yukarı doğru.
Tüm bunlar yaşanırken denetim meselesi ister istemez masaya geliyor. Bu kadar görünür ihlaller, bu kadar açık işgaller nasıl oluyor da yeterince yaptırımla karşılaşmıyor? Denetimler gerçekten caydırıcı mı, yoksa “görünmüş olmak için” mi yapılıyor? Bir uyarı, bir tutanak, sonra hayat kaldığı yerden devam mı ediyor?
Şehir, sadece araçların değil, insanların da yaşadığı bir yer. Kaldırım, süs olsun diye yapılmadı. Trafik, sabır testine dönsün diye akmıyor. Kamusal alan, güçlü olanın değil, herkesin hakkı.
Belki de sorun çok basit bir yerden başlıyor: Kaldırım sahipsiz sanılıyor. Oysa her sabah o kaldırımlardan geçen binlerce insan var. Kamyonun gölgesinde bekleyen, yolun ortasında sıkışan, kasada şaşıran…
Ve biz bu hikayeyi her gün yaşıyoruz. İndirimler değişiyor, afişler yenileniyor ama kaldırımın kaderi pek değişmiyor.
Bu şehirde gerçek kampanya, bir gün olsun yayaya öncelik tanındığında başlayacak.
O gün gelene kadar, kaldırımda indirim var; kaos ise her zamanki gibi bedava.