Geçtiğimiz haftaya damga vurması beklenen olay Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam kampında yapacağı konuşmaydı.
Günler öncesinden çeşitli görüntülerle kamuoyunda, özellikle de siyasi güruhta büyük bir beklenti oluştu. Bunun nedeni, AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının tarihi bir içerikte olacağını söylemesiydi.
Erdoğan beklenen konuşmayı yaptı. Ancak bu konuşma tarihi mi yoksa başka türlü bir şey miydi? Pek anlaşılmadı.
Kendi adıma söyleyeyim, bu konuşmanın “tarihi olacak” bir içeriği yoktu.
Sosyal bilgilere ilgim ilkokuldan beri var. Hatta lisede tarih dersi sınavlarında dokuz (on üzerinden) alan tek öğrenciydim.
Beklentinin büyütülmesi belki de bana bu duyguyu yaşattı.
Belki de Cumhurbaşkanı’nın söyleyeceği şeyler vardı ama son anda konuşma metninden çıkardı…
Kolay değil, ülkemizde olmaz dediğimiz ne varsa olduğunu görüyoruz.
Kimlerin büyük büyük laflar edip, mitinglerde kendi alkışlattığı sözler geliyor aklıma ister istemez.
İnsanı diğer canlı türlerinden üstün kılan aklı… Bence dahası da var; hafızası ve de vicdanı.
Bu üç unsur insanı ya “erdemli” yapıyor ya da sıradan…
Çok değil, daha bir yıl öncesi birileri kötüyken bugün iyi oldu. İyilerse kötü…
“Barış,” elbette çok güzel bir şey…
İnsana, insanlığa en yakışan eylem…
“Barış” sözcüğünü söylemek bile insanı duygulandırmaya yetiyor…
Ancak buraya nasıl geldik?
Bunu bilmiyoruz. Eleştirmek için söylemiyorum.
Bir düşünün, bundan birkaç yıl önce, “barış” isteyen akademisyenler bir bildiri yayımlamışlardı. O bildiriyi imzalayanlar kamu görevlerinden uzaklaştırıldılar.
Hâlâ da işlerine dönemediler.
O günden beri de “Barış Akademisyenleri” olarak anılıyorlar.
Bunca zamandır neden buraya gelemediğimizi de anlamak istiyorum.
Geçen haftanın cuma günü PKK’nın silah bırakma ve yakma görüntülerini izledik.
Ondan üç gün önce Kuzey Irak’ta bir mağarada 12 askerimiz şehit oldu…
Yetkililerin, neden şehit oldukları ile ilgili yaptığı açıklamalar kamuoyunun büyük bir bölümüne inandırıcı gelmedi. Konuştuğum insanların hemen hepsi yapılan açıklamalardan ikna olmuş değiller.
Türkiye’de uzun süredir siyasetin gündemi ile halkın yaşadığı gerçeklik arasında çok büyük bir mesafe oluştu. İktidar olsun muhalefet olsun izledikleri iletişim stratejileri ile toplumsal gerçekliğin uzağında duruyorlar.
Ülkede olup biten yani yaşanılan sorunlar konuşulsun istenmiyor. Konuşulması istenilen konu, konuşması istenen kişi gündemde tutuluyor.
Hal böyle olunca gerçek sorunlar görünmez kılınıyor adeta. Yok sayılıyor…
Daha ileri gidip illa da gerçek sorunları dile getireceğim diye diretenler meşru zeminin dışına itiliveriyor. Konuşulması istenilen konuşuluyor. Bir işe yarıyor mu?
Elbette yaramıyor. Yalnızca oyalanıyoruz.
Bu yüzden herhangi bir sorun rasyonel olarak konuşulup tartışılmadığı için, çözümü de olmuyor…
Bu yazının başlığı Yeni Akit gazetesinin 3. sayfa yazarı Hüseyin Öztürk’ün 10 Temmuz günkü yazısının başlığıydı.
Hüseyin Öztürk, yazısında on iki şehidin evlerinin fotoğrafı üzerinden düşüncelerini aktarıyor. Şehit evlerinin fotoğraflarını her mecrada gördüğümüz için, tek tek anlatmak istememiş.
Öztürk’ün de belirttiği gibi, şehitler için Anadolu’muzun köylerinden, beldelerinden, ilçelerinden illerine kadar neredeyse her mezarlık ve kabristanda bu topraklar için şehit olmuş kahramanlarımız vardır. Vatanı ayakta tutan kabristanlarda nice şehitlerimiz ve gazilerimiz yatmaktadır.
Yazar, şehitlerin hedeflerinin ne olduğunu da şu cümleyle belirtmiş. “Her birinin hedefi belliydi: Vatanı ayakta tutmak ve uğruna şehit veya gazi olmak. Bu duygu ve inanç, ancak amentü sahibi bir aileden dünyaya gelmiş, amentü sahibi insanların gayesi olabilirdi.”
Bu amentü sahibi yurttaşların çoğunun evlerinin sıvasız olması ortak yanları mı sorusu geliyor insanın aklına.
Sağlam, ayakta kalmakta zorlanan evler, vatanı ayakta tutan hanelerse, vatan toprağı üzerinde kapladıkları yerini ve değerini bizlerin vicdanlarımızda sorgulamamız gerekiyor.
Hüseyin Öztürk, yazısında olabildiğince şehitliği yüceltmiş. Elbet iyi bir son.
Ancak şehit olmadan da vatanı ayakta tutmak daha adil, daha hakça bir durum değil mi?
O sıvasız, ayakta zor duran evlerin vicdanları daha fazla sızlatmaması için yapılabilecekleri yapmayanları da unutmamak gerek.
Çocukluğumda aklımda kalan bir türkünün sözlerini hatırladım, yazının burasına geldiğimde. TRT’nin radyosunda dinlediğim. Zaten tek radyo o vardı o zamanlar.
Pilav pişirdim yavan
Üstüne kestim soğan
Yatağına uzandım da
Uyan askerim uyan.
Nida Tüfekçi’nin Yozgat, Akdağmadeni yöresinden derlediği bu türkünün sözlerindeki asker uyandı mı uyanmadı mı bilmiyorum.
Ama toprağa verdiğimiz gencecik, ömürlerinin baharındaki 12 şehit bir daha uyanmayacaklar.