Olay Gazetesi Bursa

Medeniyet- Kültür- Hukuk- Ahlak

Medeniyet seviyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev- hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’, dolayısıyla da ‘kanunlar’ oluşturulmuştur. ‘Hukukun’ ise aslı esası ‘ahlak’tır. Geleneklere geçmiş ’görenek’lerdeki ahlak, yaptırım gücü bulunmayan ahlak tarzıdır. Bu haliyle ahlak devingen ve akışkandır. Halbuki özellikle yazıyla tespitinden itibaren hukuk, sabitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuk öncesi’ dönemlerde kişiler, geleneklerle […]

Medeniyet seviyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev- hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’, dolayısıyla da ‘kanunlar’ oluşturulmuştur. ‘Hukukun’ ise aslı esası ‘ahlak’tır. Geleneklere geçmiş ’görenek’lerdeki ahlak, yaptırım gücü bulunmayan ahlak tarzıdır. Bu haliyle ahlak devingen ve akışkandır. Halbuki özellikle yazıyla tespitinden itibaren hukuk, sabitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuk öncesi’ dönemlerde kişiler, geleneklerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş göreneklerde yaşardı. Hukukun hâkim olduğu ortamlardaysa kanun biçimine dönüştürülmüş haliyle yerine ‘görenek’lerde fakat bir kere sıkıca belirlenmiş ölçülerin, daha doğrusu, zorlayıcı şartlar demek olan kıstasların gölgesinde yaşanır olmuştur. Gölgenin kapsamında, çerçevesinde yaşamanın mükafatı ‘var olma  ruhsatı’dır. Bunaysa meşruluk denir. Meşruluk hudutlarında kalındıkça,serbestçe davranılabilinir- hak tanınmış şıklar arasında tercihte bulunabilinir. Sözü edilen hudutlara tecavüz edildiğindeyse, ceza olayı ile karşılaşılır Bu durumda da serbestlik ortadan kalkar.

Tek tanrılı vahiy dinine ve onun aşikâr ifadesi olan İslâm’a değin meşruluk, belirgin, insanüstü ve doğaötesi kaynaktan yoksun bulunduğundan, değişkenlik ile göreliliğe açıktı. Her kültür ile medeniyet çevresinin kendine mahsus meşruluk kabulleri ile anlayışı vardı. Göreliliği aşan evrensel anlamda ahlak ile hukuk bağlamındaki meşruluk ancak Allah varlığına ilişkin fikir çerçevesinde ortaya çıkmış ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştür. Bu noktadan hareketle dinin iç ile dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü reddeden Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin göreliliği aşan evrensel bağlamdaki meşruluktan yoksun olduğu mantık gereğidir. Madem ki meşruluğun kaynağı ahlak, bunun da türevi hukuk olup düzenlenişi insan elinden çıkmış görülür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylece din dışı ahlak, dolayısıyla da hukuk, mantıkça, mevzi kalmağa hükümlüdür. İnsancı- Aydınlanmacı düşünürler ile filozofların, akıl ürünü sığ ahlak ilke ile kurallarının ve bunlardan inşa olunmuş hukuk düzeninin pekala olabileceği iddiası temelsizdir.

Zira, ahlakın esası neresidir? Dışımızdaki çevre midir? Ahlak düzenini kurup işletirken aklın, doğal çevreden ateşlenmesinin, başka bir deyişle, etki almasının söz konusu olamayacağı öteden beri, özellikle de ,Immanuel Kant’tan bu yana iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misali, ahlak hakikatini, aklın kendinden menkul olduğunu bildirme nevinden saçmalığa düşeceğiz, ya da onun, kaynağını akılüstü yahut doğaötesi bir orunda( Makam- mevki) bulunduğunu söyleyeceğiz.

Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, 17. yüzyıldan beri birinci şıkkı kendine fikri ve zihni zemin esas almak tercihinde bulunarak saçmalıktan hareket etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifadeyle, tanrısızlıktır. Öksüz kalmış çocuk neyse,’tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur: ‘Terbiye’ edici –Rabb- ilk ve ‘sığınılacak son mercii- Rahman- inkâr eden tutamaksız halde kendi eksik varoluşuyla baş başa kalır. Dünyada yapayalnızdır.’Öksüz’dür.

Bu yazı, Prof.Dr.Ş.Teoman Duralı’nın Çağdaş Küresel Medeniyet kitabından alınmıştır. Kitap, Dergah yayınlarından çıkmıştır.