Zirve’den hemen önce, ABD Başkanı Trump’ın ittifakın Avrupalı üyelerine ve özellikle de Almanya’ya yönelik, diplomatik nezaket sınırlarını bir hayli zorlayan sosyal medya mesajları, yaklaşan gerilimin ilk işaretlerini vermişti.
Trump yönetiminin, NATO üyesi ülkelerin savunma harcamalarının artırılması yönündeki sert eleştirileri uzun süreden beri bilinmekte. Örneğin ABD Başkanı daha önce, Almanya ve ABD kıyaslanır ise, savunma bütçesi / gayri safi yurtiçi hasıla oranının sırasıyla yüzde 1 ve yüzde 4 olduğunun görülebileceğini, Avrupa’nın NATO ittifakının askeri yeteneklerinden Washington’dan çok daha fazla yararlandığını, dolayısıyla bu durumun kabul edilemez olduğunu vurgulamıştı.
Dahası, Beyaz Saray tarafından yalanlansa da, Başkan Trump’ın Almanya’da bulunan yaklaşık 35 bin ABD askeri personelinin çekilmesine ilişkin görüşleri transatlantik strateji çevrelerinde büyük endişeyle karşılanmıştı.
ABD Başkanının yukarıda özetlenen tavrı, zirve esnasında bir krizi de beraberinde getirdi.
Basın kaynakları, Trump’ın, Avrupalı devlet başkanlarını, tıpkı bir sözlü sınavı andıran şekilde, savunma harcamalarıyla ilgili tenkit ettiğini bildirdiler. Öte yandan, bahse konu olayın, daha çok ABD iç kamuoyuna yönelik bir mesaj içerdiği söylenebilir. Nitekim, Washington, savunma harcamaları konusunda istediğini, daha doğrusu mevcut koşullarda alabileceğinin en iyisini, zaten almış görünüyor.
NATO’nun yeni askeri vizyonu
Temmuz 2018 Brüksel Zirvesi’nin askeri-stratejik ve operasyonel düzeylerde en önemli sonucu, 4 x 30 olarak formüle edilen, NATO Readiness Initiative (NATO Hazırlık Girişimi) projesinin hayata geçirilme kararının alınması oldu. Özetle 4 x 30 formülasyonu, kriz durumlarında, 30 gün içerisinde, 30 taburdan oluşacak yüksek manevra kabiliyetine sahip bir kara gücü ve 30 filodan teşkil edilecek bir hava gücü ile 30 muharip platformdan oluşacak bir deniz gücünün hazırlanmasını öngörüyor. Esasen böyle bir kuvvetin çok geniş bir spektrumda faaliyet göstermesi beklenmeli. Nitekim, Zirve Sonuç Bildirgesi de krizlere müdahaleden kolektif savunmaya kadar farklı görevlere yönelik yetenek geliştirilmesi gereğinin altını çiziyor. Ayrıca söz konusu girişimin, NATO’nun son dört yılda Rusya’nın gelişen hibrit harp kabiliyetlerine karşı başvurduğu önlemlerden ayrı düşünülemeyeceğini de belirtmemiz gerekiyor. 2014 Galler Zirvesi’nden itibaren ittifak, NATO Mukabele Kuvvetinin (NATO Response Force) mevcudunun 40 bin personele çıkarılması, birkaç gün içinde ihtiyaç görülen yerlere konuşlandırılabilecek 5 bin mevcutlu Çok Yüksek Hazırlıklı Müşterek Görev Kuvveti oluşturulması gibi kritik adımlar attı. Son olarak, Polonya ve Baltık ülkelerine görev kuvvetleri konuşlandırarak savunma duruşunu tahkim etti.
Zirvede alınan diğer önemli kararlar da terörle mücadele alanında geliştirilmesi planlanan yeni yetenekler ve Irak’ta güvenlik güçlerine yönelik yeni eğitim misyonunun hayata geçirilmesi.
Türkiye’nin kritik yetenekleri ve NATO
Açıkçası yukarıda aktarılan yeni askeri vizyon, tüm iç siyasi argümanların ötesine geçiyor ve Türkiye’yi kilit bir konuma taşıyor.
Zira, Türkiye için, Çok Yüksek Hazırlıklı Müşterek Görev Kuvveti’nin komutasının 2021 yılında devralınması, Irak’taki eğitim misyonuna üst düzeyde -komutan yardımcısı düzeyinde- iştirak edilmesi gibi önemli fırsatlar söz konusu. Bu çalışmanın sonuç bölümünde yaptığımız değerlendirmeyi, bir cümle ile burada da aktaralım. Özellikle öncelikleri hibrit harp tehditlerine mukabele etmek, kısa sürede caydırıcı niteliği yüksek muharip kuvvet hazırlamak ve terörle mücadele etmek olan NATO açısından, bazı uluslararası propoganda çabaları aksi için uğraşsa da, Türkiye vazgeçilmez önemde. Çünkü Ankara, Kuzey Atlantik İttifakı’na, birçok üyenin yaptığı gibi ışıltılı konferans salonlarında havalı bir retorik değil, DEAŞ tehdidini Fırat Nehri’nin batısından söküp atabilen askeri yetenekler gibi somut bir katkı sunuyor. Türkiye, DEAŞ karşısında konvansiyonel kuvvet kullanmama (no boots on the ground) tahdidi koymayan tek NATO ülkesi oldu. Üstelik, onlarca şehit verilen Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı deneyimlerinde, Türk kamuoyunun söz konusu harekatlara olan desteği sarsılmadan, çok güçlü düzeyde seyretti. Açıkçası, herhangi bir Avrupa ülkesinin NATO’ya Güney kanadında benzer bir kabiliyet önermesi mümkün değil. Dahası, Ankara’nın Suriye ve Irak sınırları üzerindeki kontrolü ve yabancı terörist unsurlara karşı oynadığı kritik terörle mücadele istihbaratı rolü de vazgeçilmez. Dolayısıyla, Türkiye’yi NATO’dan çıkarma tehdidi, esasen komik ve içi hayli boş bir çaba. Zira, bu tehdidi seslendiren hiç kimse, Ankara’dan doğacak boşluğun yerini ne ile dolduracaklarını açıkça dile getiremiyor. Siyasa önerisi olmayan analiz ise, uluslararası mecrada dedikodu faaliyetinin ötesine geçmiyor.
Öte yandan, NATO Zirvesi boyunca, Türk yetkililerin ‘biz buradayız, NATO’nun ev sahibiyiz ve bir yere de gitmeyeceğiz’ mesajını çok kuvvetli verdiğini de belirtelim. Açıkçası bu doğru bir tutum. Zira, NATO üyesi ülkelerle yaşanan ikili gerilimlerden ötürü bizatihi NATO üyeliğinin varlığını tartışmak Türkiye’nin çıkarları ile pek de örtüşmüyor. Aksine, Ankara’nın NATO içindeki gücünü ve etkinliğini artırmak, bu yöntem ile ‘Türkiye’nin çıkarlarına saygı göstermek zorundasınız’ demek gerekiyor. Bu ittifakın kimi üyeleri henüz Varşova Paktı’nın parçası iken Türkiye’nin karşı-istihbarattan nükleer caydırıcılığa kadar transatlantik güvenliğin merkezinde olduğu, 11 Eylül sonrası el-Kaide ya da DEAŞ terörü ile mücadelenin Türkiye’nin üye olmadığı bir NATO için ne kadar komplike sosyo-politik fay hatlarını tetikleyebileceği her fırsatta hatırlatılmalı.
2018 Temmuz Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirgesi, Ankara’nın stratejik öncelikleri çerçevesinde incelendiğinde, Türkiye’ye üç kategorik atıf yapıldığı görülüyor. Bunlardan ilki, Suriye’de savaşın tırmanması ile NATO tarafından sağlanan ek güvenlik ve savunma desteği paketinin (Tailored Assurance Measures) altının çizilmiş olması. İkinci olarak, NATO’nun füze kalkanı projesi kapsamında Türkiye’nin, Romanya, Polonya ve İspanya ile birlikte, anahtar ülkelerden biri olarak açıkça vurgulanmış olması da önemli. Zira, ittifakın bahse konu çabaları 2010 Lizbon Zirvesi’nden beri sürüyor ve 2016 itibarıyla da ilk harekat kabiliyetinin kazanıldığı bildiriliyor. Üçüncü olarak da, Suriye’nin balistik füze envanterinin Türkiye’nin milli güvenliğine yönelik tehditlerinden de açıkça bahsedilmekte. Bu çerçevede, Suriye’den Türkiye’ye düşen balistik füzelere dikkat çekilerek, NATO’nun güney kanadındaki stratejik trendleri yakından izlemeyi sürdüreceği belirtiliyor.
İttifak ve adaptasyon: Gelecek, NATO ve ihtimaller
Bugüne kadar NATO’nun en önemli kabiliyeti adaptasyon olageldi. İttifak, Soğuk Savaş içinde değişen dengeler karşısında gerekli dönüşümü sağladığı gibi, sonrasında da kendisine yeni kimlikler bularak var olmayı sürdürdü. Örneğin diğer yanda Varşova Paktı ise, tüm nükleer ve konvansiyonel caydırıcılığına karşın, Soğuk Savaş’ın bitimiyle tarihe karıştı. Zira, kendisini meydana getiren konjonktür, bir daha geri gelmeyecek şekilde değişmişti ve aslında uluslararası güç dengesi çok farklı bir zeminde yeniden kurulmakta idi. Oysa NATO, Varşova Paktı ile aynı akıbeti paylaşmadı. Kimlik arayışları esnasında 11 Eylül terör saldırılarının yaşanması, ittifakın kurucularının hayal bile edemeyecekleri bir durumda, ABD’yi ana kıtada hedef alan korkutucu bir terör tehdidine karşı, kurucu antlaşmanın 5. Maddesinin işletilmesini beraberinde getirdi. Bundan on yıllar önce, Avrupa topraklarına yönelik topyekün bir taarruza karşı müttefikleri savunmak için dizayn edilen ittifak, terörle mücadelede ittifak topraklarının dışında roller oynadı. Afganistan operasyonları, transatlantik strateji çevreleri için çok yeni bir tecrübe idi. Ardından, bir yandan Gürcistan ve Ukrayna’ya yönelik Rus müdahaleleri, diğer yandan da NATO’nun etrafındaki balistik füze programlarının ciddi boyutlar kazanması, 2010’lu yıllarda ittifaka hibrit harp tehditleriyle mücadele ve füze savunması alanlarında kritik görevler düşmesine neden oldu. Şimdi, NATO liderleri geleceğe bakıp yeni müşterek anlayışlar geliştirmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de, bazı ittifak ülkeleri arasında yaşanan ikili ilişkilerdeki krizler, ABD ile Avrupa’nın aşmaya çalıştığı gibi gerilimler gibi zorluklarla yüzleşmek durumunda kalıyorlar.
Temmuz 2018 NATO Zirvesi’nin, bu makalenin kaleme alınması sırasında gerçekleşen Rusya Devlet Başkanı Putin ile ABD Başkanı Trump arasındaki Helsinki Zirvesi’nden ayrı düşünülemeyeceğinin altını çizmek gerekiyor. Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’nın (Intermediate Nuclear Forces Treaty) geleceğinden, karşılıklı olarak stratejik nükleer harp başlıklarının nicelik limitlerini belirleyen ve 2021 yılında sona erecek olan New START Antlaşması’nın uzatılmasına kadar, küresel barış ve üçüncü dünya savaşı arasındaki çizgiyi belirleyebilecek birçok kritik husus bu zirveye bağlı. Suriye ve Kırım konularının da bölgesel sıcak başlıklar çerçevesinde gündeme geleceği zirve öncesinde yapılan değerlendirmeler arasında idi.
Helsinki’de Trump ve Putin yeni bir dünya savaşının tohumlarını mı ektikler; yoksa şu anda hayatının 20’li ve 30’lu yaşlarını yaşayanlar için en azından güven içinde bir aile kurma ve gelecek sahibi olma adına önümüzdeki birkaç on yılı mı kurtardılar? Açıkçası bu önemli sorunun yanıtı başka bir değerlendirmenin konusu. Ancak NATO için şu kadarını söylemek mümkün: 2020’li yıllara girilirken en belirleyici husus, transatlantik ittifakı oluşturan devletlerin arasındaki ikili ilişkilerin krizleri aşabilme kapasitesi ve isteği. Makedonya ile NATO 30 üyeli bir aile olacak. Bu ailenin bazı üyeleri, diğerlerinin savunma ekonomilerini, terör tehdidi değerlendirmelerini, kamu diplomasisi üsluplarını anlayamıyor. Öte yandan, ailenin hemen yanı başındaki komşular da en küçük zayıflık emaresinden yararlanabilecek türden… İşte bütün mesele de bu iki trend arasında şekilleniyor.
Türkiye güvenle bakmalı ancak yeni gündeme hazır olmalı
Ankara’ya gelirsek, açıkçası durum uluslararası düzeyde bazı çevrelerce abartıldığının aksine çok daha olumlu. Güney kanadı ve Doğu kanadı tehditleri iç içe geçmiş, karmaşık bir hal alırken, Türkiye, hakkındaki bazı olumsuz propoganda çalışmalarına karşın NATO’nun gerçekten kilit bir ülkesi. Gerek zirve sırasında transatlantik strateji topluluğundan gelen uzmanlar arasında icra edilen toplantılar (NATO Engages forumu), gerekse zirveye doğru yapılan yayınlarda ön plana çıkan değerlendirmeler, Türkiye’nin, Suriye’den kaynaklanan mülteci akımı, hibrit tehditlere karşı geliştirilen mukabele yetenekleri gibi hususlarda vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyor.
Bir tahminde bulunmak gerekirse, bundan sonra tartışılacak sıcak konunun S-400 hava savunma sistemleri alımı ve F-35 Müşterek Taarruz Uçağı projesi etrafında şekilleneceği söylenebilir. Bu gündem için Türk siyasi karar vericiler ve lobi unsurları kadar, Türk strateji topluluğunun, yani düşünce kuruluşları ve uzmanların da çok iyi hazırlanmaları şart. Zira, Brüksel Zirvesi bir kere daha gösterdi ki, artık transatlantik diplomasi kanalları, Soğuk Savaş döneminin klasik resmi temas hatları arasında değil, enformasyon çağının gereklerine uygun şekilde işliyor.
[Dr. Can Kasapoğlu İstanbul merkezli bir düşünce kuruluşu olan Ekonomi ve Dış Politika Araştırma Merkezi’nde (EDAM) savunma analistidir]