Obama’nın Suriye’deki gerçek jeopolitik duruşu

Küresel Politika Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Waled Phares, Obama yönetiminin Suriye kriziyle ilgili politikasındaki stratejik zikzakları ve terör örgütü YPG bağlamında Ankara-Washington hattında beliren görüş ayrılığının arka planını AA için değerlendirdi

Obama’nın Suriye’deki gerçek jeopolitik duruşu

Birçok Arap ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de yaygın olan bir algı, Obama yönetiminin, Suriye krizinin en başından itibaren stratejik hedefleri, ittifakları ve çatışmayı çözümleme planları konusunda net bir tutum izlememiş olmasıdır. Bu sıralar Ankara ve Washington arasında tırmanmakta olan hususi bir kriz ise, YPG olarak bilinen belli bir örgütle ilgili Suriye-Türkiye sınırında artan çatışmalara dair Amerika’nın aldığı tutumla ilgili.

 

Türkiye’nin bu örgütü terör örgütleri listesine eklemiş olmasına rağmen Obama yönetimi bu gruba askeri ve siyasi destek vererek Türkiye’den sert eleştiriler alıyor. Bu hususi gerginlik, içinde Rusya, Esed rejimi ve İran’ın, ayrıca Şam’a yönelik bütün bir Suriyeli silahlı muhalefet ağının da bulunduğu daha büyük ve daha karmaşık bir krizin bir parçası durumunda. Bu iki kriz, yani daha küçük bir mesele olarak kalan YPG konusu ve daha büyük bir bağlam teşkil eden Suriye’deki Rus ve İran varlığı ve Amerika’nın buna tepkisi, çok ciddi insani neticeleri olabilecek bölgesel bir savaş riskini de ihtiva eden daha köklü askeri çatışmalara dönüşmekte gibi. Peki, Obama yönetiminin Suriye ve Türkiye’ye yönelik tutumu 2011’den beri nasıl dönüştü ve YPG konusundaki çıkmazın arkasında gerçekten neler var? Obama yönetiminin benimsediği ve mevcut bilinen politikalardan daha az görünürde olan bir dizi “reel jeopolitik” strateji var mı?

 

Esed rejimine karşı Suriye’deki ayaklanmalar 2011 Mart’ında patlak verdiğinde, ülke çapındaki gösteriler henüz birkaç haftalıkken, Başkan Obama sivil toplumun ayaklanmasını desteklemek ve Devlet Başkanı Esed’in iktidarı bırakmasını istemek noktasında yeterince hızlı davrandı. O tarihteki jeopolitik durum da ABD’nin ilk aldığı tutumu tahkim ediyordu: Kuzeyde Türkiye, güneyde Ürdün, Irak’ta hala konuşlu bulunan ABD koalisyon güçleri ve Akdeniz’deki Amerikan 6. Filosu. Esed sıkışmış durumdaydı ve siyasi bir çözümle gitmesi hala pazarlık konusuydu. Ancak, siyasi baskıyla iktidardan indirilmesi seçeneği, ABD güçlerinin Irak’tan çekilmesinden evvel dayatılmadı. Amerikan güçlerinin çekilmesiyle birlikte de 2012 yılında jeopolitik durum çok ciddi ölçüde değişti. İran’ın Esed’e desteği, ivedilikle Irak üzerinden geldi ve Hizbullah Suriye’ye intikal etti. Buna karşılık, muhalefet hızla silahlandı ve ayaklanma, rejim ve muhalefet arasında bölünmüş kontrol bölgelerinin ortaya çıktığı bir iç savaşa dönüştü. 2012 yılı itibariyle Esed’in siyasi bir yoldan tasfiye edilmesi imkansızlaşarak askeri müdahale, rejimi değiştirmek için kalan tek mümkün tercih haline geldi. Bu nedenle 2013’ün başlarına gelindiğinde bir çözüm için müzakereler başladı.

 

Çok büyük sayıda Suriyeli mülteciyi kabul eden Türkiye, ılımlı Arap ülkeleriyle birlikte, Esed’in muhaliflerine destek verdi. İran ve Hizbullah ise Esed’i destekledi. Obama yönetimi Esed’den, iktidarı terk etmesini istemeye devam etti, ancak aynı zamanda görüşmeler için kapıyı açık tutarken silahlı muhalefete de asgari bir destek sağladı. Ancak, ABD’nin Suriye’ye yönelik politikasındaki temel değişim, Başkan Obama’nın, 2013 yazında kimyasal silahların kullanımıyla ilgili çektiği kırmızı çizgiler ve rejim kuvvetlerine karşı askeri güç kullanma tehdidiyle birlikte kendini gösterdi. Washington için hesap-kitap zamanı gelmişti. Yönetim, Esed rejimine karşı hiç askeri güç kullanacak mıydı? Başkan Obama’nın diplomatik bir yol göstericilik konusunda Ruslara güvenmekle ve güç kullanarak rejim değişikliği yapmak yerine müzakerelere başvurmayı tercih etmekle ortaya koyduğu istikamet değişikliği, cevabı netleştirmiş oldu. Washington, bazı ortaklarının çelişkili bulduğu çift-kanallı bir siyaset geliştirdi: bir yandan Cenevre ve Viyana’da diplomatik kanalı açık tutarken, diğer yandan muhalefeti silahlandırmaya devam etti. ABD yönetiminin açıklamasına göre, ılımlı muhalefeti destekleme siyaseti, iktidarı (diplomasi kanalıyla olmak üzere) bırakması için Esed’e bir yol seçmek konusunda baskı yapmanın bir yoluydu.

 

Washington’un jeopolitik yaklaşımındaki gerçek değişiklik ise 2013’ün sonbaharında oldu. En büyük değişiklik, yönetimin, sonradan “İran Nükleer Anlaşması”na dönüşen meseleyle ilgili görüşmelere başlamasıdır. Bu kanalın açık tutulmasının neticelerinden bir tanesi, Tahran’la – ve dalgalanma etkisi prensibine binaen – İran’ın Suriye’deki müttefikiyle olan husumetin askıya alınması oldu. Öyle ki Suriye’deki muhaliflerin eğitilmesi ve silahlandırılması, ABD’nin kendisini İran’la bölgesel bir çatışmaya sürüklemeyecek şekilde sınırlandırıldı. Bunda İran’la yapılan nükleer anlaşmanın kaybedilmesi korkusu da etkili oldu. Amerika, mesela, Türkiye’nin Suriye muhalefetini desteklemesinin arkasında dururken, İranlıların canını sıkma korkusuyla, Türkiye’nin kuzey Suriye’ye askeri müdahalede bulunmasına olumlu yaklaşmadı.

 

(Siyasi) görüşmeler ve muhalefete (askeri) destek arasında bulunan hassas denge, DAEŞ’in Haziran 2014’teki yükselişi ve Irak ile Suriye’nin belli kısımlarını ele geçirmesiyle sarsıntıya uğradı. Obama yönetimi, DAEŞ’e karşı ya kara üzerinden bir askeri müdahalede bulunmak – ki Obama bunu reddetmiştir – ya da bir yandan hava desteği sağlarken bir yandan da bu şebekeye karşı harekete geçmeleri için her iki ülkedeki bölgesel ortakları desteklemek konusunda Amerikan Kongresinin çok büyük baskısına maruz kaldı. Washington böylece jeopolitik duruşunu tekrar değiştirdi. Ülkedeki İran nüfuzuna paralel olarak merkezdeki ve güneydeki Irak silahlı kuvvetlerine, ayrıca kuzeydeki Peşmergelere yardım sağlandı. Suriye’deki Amerikan müdahalesi, Esed’le herhangi bir ortaklık mümkün olmayacağından, hava saldırılarıyla sınırlı kaldı. Büyük ölçüde İran’ın vetosundan dolayı, Suriye’ye yönelik hem Türk hem de Arap askeri operasyonları ihtiyatlı bir şekilde ihtimal dışı ilan edildi.

 

İran’la anlaşmanın imzalanmasından sonra Devlet Başkan Putin’in Suriye’de askeri güç konuşlandırması, hava saldırıları gerçekleştirmesi ve Esed’in güçlerine tam destek sağlamasıyla birlikte son bir jeopolitik durum ortaya çıkmış oldu. Obama yönetimi, Rusya’nın da sahaya inmesiyle birlikte iki tür baskının altında kalmış oldu. Bir tanesi, Tahran’la henüz filizlenen bir anlaşmayı akamete uğratmama önceliği olurken diğeri de yönetimin, kendisi Rus kuvvetleriyle Suriye’de bir çatışmaya girmezken müttefikleri olan Türkler ve Arapları da Suriye üzerinden Rusya’yla bir çatışmaya girmemeye teşvik etme kararlılığıydı.

 

Bu çoklu jeopolitik kaymaların neticelerini Türkiye, nadiren itiraf edilen fakat sahada açıkça görülen şekilde, muhtelif düzeylerde hissetti. Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’nin dışarıdan bir saldırıya uğraması ihtimaline dayalı olarak, hem doğrudan hem de NATO kanalıyla Türk topraklarının savunmasıyla resmen ilgilenmeyi sürdürüyor. NATO var oldukça bu savunma, Washington ve Ankara’nın politikalarını da aşan bir kırmızı çizgi niteliğindedir. Ancak, konu Türkiye’nin Suriye’deki operasyonlarına veya Türkiye’ye yönelik terör saldırılarına gelip dayandığında Obama yönetimi daha ince teferruatlarla uğraşmaya başlıyor, işte bu ayrıntılar özeti:

 

Hem ABD hem de Türkiye, PKK’yı bir terör örgütü olarak görüyor. Türkiye’nin bu örgüte yönelik hareketleri, Türkiye’nin sınırları haricinde dahi olsa ABD tarafından kabul görüyor. Fakat Ankara, Suriye’de savaşan bir Kürt gücü, PKK’nın da müttefiki olan YPG’yi de terörist bir organizasyon olarak görüyor ve, sınırlı da olsa, ona yönelik müdahalelerde bulunuyor. Obama yönetimi Ankara’nın tutumuyla mutabık değil, çünkü YPG reel durum itibarıyla, Suriye’deki çatışma alanında, Haseke bölgesinde faaliyet gösteren DAEŞ-karşıtı koalisyonun bir kısmını (hatta en büyük kısmını) oluşturuyor. Amerikan askeri varlığının bölgede konuşlandırılması da DAEŞ karşıtı askeri eğitim ve destek programlarının ve bazen de küçük askeri operasyonların sürdüğünden emin olmak maksadını taşıyor. Kısaca, bu hususi meseleyle ilgili olarak Başkan Obama ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir tür çıkmaz bulunuyor. Ankara YPG’yi “düşman” addederken Washington onu “ortak” olarak görüyor. Türk askeri güçlerinin YPG’ye karşı hareket ederken ABD’nin bölgedeki varlığına ve çıkarlarına zarar vermesi, ya da Amerikan ordusunun Türkiye’yle çatışan güçlere doğrudan destek sağlaması bir felaket olurdu. Bunun, her iki tarafın da önlemeye gayret ettiği bir senaryo olmasına karşın henüz bu konuyla ilgili bir çözüm ufukta görünmüyor.

 

Fakat YPG meselesiyle ilgili darboğazın arkasında daha büyük zorluklar bulunuyor, çünkü ABD, DAEŞ’la savaşmaları adına Haseke’deki yerel milislere güveniyor. Gerçek muhalefet ise Esed-İran ekseninden geliyor. İran, Suriye’ye yönelik herhangi bir doğrudan Türk müdahalesini veto etti ve bu konuya yönelik muhalefeti olduğunu Washington’a bildirdi. Bu blokaj ekseninin arkasındaki sebep, Türk kuvvetlerinin DAEŞ topraklarını ele geçirdiği zaman bunları Suriye muhalefetinin kontrolündeki alanlara ekleyerek Esed güçlerine karşı “Türkiye korumasındaki bölge” oluşturacak olduğuna dair yapılan öngörü. Dolayısıyla, bir savunma tutumuna yönelik olarak Suriye’deki muhalefeti desteklerken, sadece toprakları saldırıya uğraması şartıyla Türkiye’yle birlikte hareket etmesi, Obama yönetimini evvelemirde çok zor bir denkleme itiyor, çünkü kuzeydoğuda YPG’nin başını çektiği koalisyondan başka güvenebileceği başka hiçbir seçenek bulunmuyor. Bu tutumdan hareketle Obama’nın politikası, iki müttefiki olan Türkiye ile Haseke arasında bir kardeş kavgasına müsaade etmemek üzerine kurulu.

 

Meseleyi daha çetrefilli bir hale sokan şey ise Rusya’nın, Halep’i hedefleyen ve Türkiye sınırlarına dayanma gayesi güden Esed-İran-Hizbullah saldırılarına destek vermesi. Ankara, bu hareketi kendi ulusal güvenliğine bir tehdit olarak algılıyor, zira bu hasım güçler Suriyeli ortaklarını imha edip onların yerini alabilir. Türkiye açısından daha da kötüsü, bu eksen ve YPG arasında, Suriye-Türkiye sınırının hepsini kontrole yönelik bir reelpolitik anlayışının ortaya çıkması olur. Suriye’yle güney sınırlarının PKK ile müttefik bir “düşman” güç tarafından tamamen ele geçirilmesi, Türkiye için tahammül edilemez bir durum oluşturur. Ankara’nın algıladığı şekliyle durum, ürkütücü derecede berrak: Bu sınırların Esed ve YPG arasında bölüştürülmesine yönelik olarak ABD ve Rusya arasında açığa vurulmamış bir karşılıklı mutabakat var olabilir. Fakat sahadaki gerçekler bu tahminle uygunluk arz etse de Obama yönetimi böyle bir mutabakatın varlığını inkar ediyor.

 

Rusya-Türkiye arasındaki uçak düşürme krizinden itibaren yeni ve daha uğursuz bir tehdit ortaya çıktı. Putin, hava kuvvetlerinin, Halep’e ve sınıra doğru ilerleyen eksen güçlerini muhafaza etmek için adeta bir kubbe işlevi göreceğini belirtti. Putin’in verdiği bu mesaj, Ankara’ya, Suriye’deki müttefiklerini hava gücüyle korumaması için bir uyarı niteliği taşıyor. Ancak, diğer yandan Türkiye de hava sahasının korunacağını belirtti. Washington bu olayın tırmanmasının önüne geçmek ve sanal bir hat çizmek için aceleyle hareket ediyor. Karada ve havada Türkiye’nin yanında olacaktır, ama Suriye’nin hava sahasının içinde değil. PKK’nin askeri varlığına yönelik Türk operasyonlarına ses çıkarmayacak, diğer yandan DAEŞ’e yönelik hava saldırılarını memnuniyetle karşılayacaktır. Ancak, Suriye muhalefetini korumaya yönelik herhangi bir Türk sortisine karşı da uyarıda bulunmaktadır.

 

Suriye’deki YPG bölgesine yönelik Amerikan ve Türk tutumları bu noktada Rusya ve İran’ın dahil olduğu çok daha büyük denklem ile bağlantılıdır. Washington’daki analistlere göre Türkiye’nin, kendi algıladığı haliyle, YPG-PKK tehdidine yönelik hareket etmesi ve Suriye’deki Sünni muhalefete destek vermesi karşısındaki gerçek güç ise şu an itibariyle Levant’taki bu jeopolitik oyunun kontrolünü elinde tutan bölgesel güçtür, ki o da İran rejimidir.

 

Suriye’de ortaya çıkacak tabloda İran’ın doğrudan çıkarları bulunuyor: Irak’tan ve Esed kontrolündeki bir Suriye’den geçen Tahran-Beyrut arası bir jeopolitik köprü oluşturmak. Tahran dolayısıyla Suriye’de bir Türk veya Arap Sünni müdahalesi istemiyor. Bu amaca yönelik olarak da Obama yönetimi üstünde İran Anlaşmasıyla baskı kurmak, Rusları Suriye’ye sokmak, Türkiye’yi Suriye ve Irak’ın dışında tutmak için bütün kartlarını kullanmak ve Körfez ülkelerini de bölgede yayılmaktan caydırmak noktalarında başarılı olmuştur. Özetle, Türkiye’nin, YPG’yi koruyan bir Amerika’yla arası açılmıştır, bunun da tek sebebi, İran’ın tam olarak mevcut Amerikan yönetiminden Suriye ve Irak’ta varlık gösterme hakkını satın almış olmasıdır.

HABERİ PAYLAŞ
ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X