Dr. Gökhan UZEL
Dr. Gökhan UZEL
E-Posta: [email protected] YAZARIN TÜM YAZILARI

Sineklerin Tanrısı

Köşe Yazısını Dinle

Burada bir canavar yok… Bizden başka…

İlk olarak 1954 yılında yayınlanan “Sineklerin Tanrısı”, ‘William Golding’i 1983 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne ulaştıran eseri. Schopenhauer’ın tabiriyle, “demirin pasa yakınlığı gibi, en büyük uygarlıkların da vahşete ne kadar yakın olabildiğini” gösteren sarsıcı eseri. Öyle ki İkinci Dünya Savaşı ve Almanya bu durumun en bilinen örneklerinden…

İnsan doğasında var olan karanlık, medeniyetin kırılganlığı, ilkel içgüdüler ile toplumsal normlar arasındaki çatışma ve en nihayetinde masumiyetin kaybı…Zira hikâyemizde tüm bunları içeren “insan doğası”nın izini sürmekteyiz.. İnsanın doğaya adım attığı anı betimleyen, düşünce tarihinde de önemli bir yer tutan meşhur “doğa durumu” insan türü için bir “barış ve özgürlük” durumu mu yoksa bir “savaş ve çatışma” durumu mudur? İşte bu sorunun cevabını arayacağız..

İkinci Dünya Savaşı’nda da yer alan yazarımız bu süreçte pek çok “dehşet verici” tabloya şahit olmuştur. Şahit olduğu bu dehşet verici tabloları insanlık medeniyetine aktarmak isteyen Golding eserini büyük bir azimle hazırlamış ancak rivayet odur ki, 20 kadar yayıncı dolaşıp, bu yayıncılarla görüştükten sonra en nihayetinde zor da olsa eserini bastıracak ancak bir yayıncı bulabilmiştir… İlk basılan 3000 kopya da bitmek bilmemiştir. Hikâye, pek çok büyük hikâyede şahit olduğumuz üzere ilk basıldığında pek çok eleştiri almış olsa da bugün milyonlarca insanın okuduğu bir hikâye durumuna gelmiştir. Zira insanın gücü elinde bulundurmak için girdiği mücadelede nasıl en ilkel formuna kadar gerileyebildiğini bize en dehşet verici biçimiyle göstermiştir…

Romanımıza geçersek, İkinci Dünya Savaşı döneminde düşman ateşi sonucu orta üst sınıftan, iyi eğitimli, İngiliz bir askeri okul öğrenci grubunun ıssız bir adaya düşmesiyle hikâyemiz başlıyor.

“Sarı saçlı çocuk kayadan indi, lagüne doğru yöneldi. Okul üniformasının ceketini çıkarmış, elinde tuttuğu ceketin ucu yerlerde sürünüyordu. Bu “Ralph”ti, sevgi dolu, eşitlikçi, iyi bir çocuk. O esnada vahşi ormanda açılan uzun yaranın izi sıcakta buğulanıyordu sanki. Sürüngen bitkilerle kırılmış ağaç gövdeleri arasında ağır ağır tırmanırken, bir kuş (kırmızılı hayalimsi bir kuş) cadılar gibi bir çığlık atıp, gökyüzüne doğru ışıl ışıl süzüldü. Başka bir ses yankıladı bu çığlığı.”

“Hey!” dedi ses, “bekle bir dakika.” “Bu sürüngen bitkiler yüzünden kıpırdayamıyorum neredeyse.” Konuşan, geri geri yürüyerek bitkilerin arasından sıyrıldı. Bu ses de diğer kahramanımız, gerçek ismini ise hikâye süresince öğrenemeyeceğimiz “Domuzcuğa” aitti. Ana kahramanlarımızdan Domuzcuk ise, fiziksel kusurları sebebiyle dışlanan, ancak akıl ve sağduyu dolu bir çocuktur. Kalın mercekli gözlükleriyle adada rasyonaliteyi temsil eder. Domuzcuğa göre adanın etrafına dağılmış çocuklar bulunmalı ve bir araya getirilmeli idi. Ralph ve Domuzcuğun adadaki ilk karşılaşmalarında buldukları “deniz kabuğu”, namıdiğer “şeytan minaresi” Domuzcuğun tavsiyesi ile bir borazan gibi kullanılır ve çıkan sesi duyan adadaki tüm çocuklar sahilde bir araya gelirler. İlk etapta deniz kabuğu “ifade özgürlüğünün” sembolü olacak olsa da sonrasında bir “hakimiyet simgesi” haline gelecektir…

Böylece hikâyemize yaşları 6 ila 12 arasında değişen, sayısını tam bilmediğimiz, yönetimin büyük çocuklarda olacağı kalabalık bir grup ve bu grubun içinden ön plana çıkacak olan Jack ve Simon katılır. Jack baskıcı, şiddet dolu, zalim bir karakterde; Simon ise iyi yürekli ve maneviyatı güçlü, hakikati arayan bir karakterdedir. Jack ava çıkıp, pratik işlerin yapılmasında adada öncü olurken, Simon, Jack‘in Domuzcuğa et vermediği zamanlarda kendi etini ona verir, küçüklerin toplayamadığı meyveleri onlar için toplayıp onlara verirdi.

Sahile en gösterişli girişi, koro grubunun da lideri olarak kendilerine has üniformaları ve üniforma üzerindeki gümüş işlemeleri ile Jack yapar. Ancak ilk toplantıda Ralph lider seçilir. Başlarda ikili arasındaki ilişki arkadaşça olmasına rağmen, takip eden günler ve haftalar Ralph ve Jack arasındaki liderlik mücadelesine şahit olacaktır.

Ralph ve Jack özelinde, düşünce tarihinin de önemli isimleri ve mihenk taşları olan, insanlığa modern devlet ve dünyayı veren John Locke ve Thomas Hobbes’un düşünsel teorilerinin çarpışmasının canlı ve şiddetli bir alegorisini görürüz. “Doğa durumu” olarak tanımladığımız; insanların var oldukları andan itibaren başlayan, Locke’çu “barış, eşitlik ve özgürlüğe” dayalı doğa durumu ve Hobbes’un meşhur “belirsizlik, çatışma ve şiddete” dayalı doğa durumu kıyasıya çatışırlar. Locke’da doğa durumu bir kusursuz özgürlük durumudur. İnsanlar barış, hoşgörü ve paylaşım içindedir. Ortada hiç kimsenin bir başkasının özgürlüğüne zarar veremeyeceğini tayin eden ahlaki bir doğa kanunu vardır. Ancak bu doğa durumu bozulursa her bireyin yargıç ve yargılayıcı olduğu, herkesin herkese karşı savaştığı bir iç savaş durumu ortaya çıkacaktır. Bu noktada Hobbes’un meşhur “mutlak egemen”i devreye girer. “İnsan insanın kurdurur”, doğa durumu kaotiktir ve insanlar birbirleri ile savaş halindedir… Bu kaotik doğa durumundaki barışı sağlayabilecek tek kişi ise “mutlak egemen”dir. Yetkiler de barış ve düzenin sağlanabilmesi için mutlak egemende toplanmalıdır. Ralph ve Jack özelinde; bir düşünce, özgürlük ve adaleti öncelerken, diğer düşünce güvenlik ve düzeni öncelemektedir.

Atom bombalarının atıldığı, “soğuk savaş” yıllarının yaşandığı, ve dünyanın iki kutba bölündüğü yıllarda yazılan hikâyemizde bu ikilimde ilerleyecektir. Bir blokta bireysel haklar ve özgürlükler diğer blokta kolektif haklar ve düzen yaklaşımı yer alacaktır.

İlk etapta, Jack, Ralph’in liderliğini, Ralph de Jack’i olduğu haliyle kabul eder. Adadaki yaşamı düzene koyma adına bazı kararlar alınır. Baraka yapımı, hijyene dikkat edilmesi yanı sıra konuşma hakkının deniz kabuğunu elinde tutanda olması, diğerlerinin o deniz kabuğunu elinde olan kişiyi sözü bitene değin dinlemesi gibi. Ancak bu alınan kararların içinde en önemlisi, gelip geçen gemilerin çocukların varlığını fark edebilmesi için adanın en yüksek noktasında ateş yakılması ve bu ateşin en azından gündüzleri diri tutulması kararıdır. “Ateş umudu sembolize etmektedir..” Domuzcuğun kalın mercekli gözlükleri kullanılarak ateş yakılır ve Jack’in korosu ateşi diri tutma sorumluluğunu üstlenir.

Ancak kısa süre içinde alınan kararların uygulaması aksamaya başlar. Barınakların inşası durma noktasına gelir. Hijyene dikkat edilmemeye başlanır. Ralph ve Jack arasında alttan alta biriken gerginliğin patlama anı yaklaşmaktadır. Adaya yakın bir mesafeden bir gemi geçer ancak büyük ateş o sırada sönmüştür… Bunu gören Ralph bir öfke krizi geçirir, tam o anda Jack ise büyük bir neşe içinde başarıyla geçen bir avdan döner. Ateş Jack’in sorumsuzluğu yüzünden sönmüştür… İkili tartışır, ancak büyük kopma henüz gerçekleşmez.

Bir gece, tüm çocukların uykuda olduğu bir esnada adaya yakın bir mevkide düşen/düşürülen uçaklardan birinden atlayan bir paraşütçü adaya kadar sürüklenir. Ateşin başında o gece nöbetçilik yapan çocuklar da uyuya kalmıştır. İki çocuk uyandıklarında paraşütün ve adamın rüzgârın hareketiyle yarattığı gölgelerini canavar olarak görür ve koşarak çocuklara haber verirler. Büyükler canavarı aramak ve öldürmek için mızrakları ile birlikte adada bir keşif gezisini çıkar. Ralph, Jack ve Roger, üçü de en nihayetinde ölü paraşütçüyü gördüklerinde gece yarısıdır, emin olamazlar ancak gördüklerinin bir canavar olduğu kanısına varır ve kaçarak sahile dönerler. Sahilde ertesi gün yapılan ilk toplantıda adada bir canavar olduğu bu defa büyükler tarafından ilan edilir. İşte bu esnada, Jack öldürdüğü bir domuzun başını gövdesinden ayırır ve adadaki canavarın yemesi için bir mızrak üzerinde teşhir eder. Zamanla domuz başı etraftaki sinekleri kendine toplar. Sineklerin doluştuğu mızrak üzerindeki domuz başı Simon’a Sineklerin Tanrısı olarak görünür. Beelzebub, Sineklerin Tanrısı ve saf kötülüğün kaynağı artık adada ve bir nefes uzaklarındadır !!.. Umut ve korku, mantık ve otorite, özgürlük ve düzen arasındaki kadim mücadele başlamıştır…

Ralph liderliğini ve cesaretini ispatlamak için keşfe katılmıştır. Keşif sonrası toplantıda Jack onu korkaklıkla suçlar ve liderlikten atılması gerektiğini savunur ancak çocuklar Ralph’in liderliğinin devamına karar verir. Bunun üzerine Jack gruptan ayrılır diğer bazı çocuklar da onu takip eder. Bu adadaki ilk büyük bölünmedir…

Jack bir domuz avlar ve herkesi ziyafete davet eder. Artık araları açılmış olmasına karşın Ralph ve Domuzcuk da ziyafete giderler. Ziyafet sonunda bir fırtına kopar. Hem fırtına hem de canavar korkusuyla çocuklar çılgın bir şekilde dans etmeye başlar tam dans sırasında ziyafete katılmayan Simon çıka gelir. Simon paraşütlünün canavar olmadığını sadece ölü bir insan olduğunu fark eden tek çocuktur ve çocuklara haber vermek için gelmiştir, ancak fırtınalı havada dansla kendilerinden geçen çocuklar Simon’ı canavar zanneder ve mızrak darbeleriyle vahşice öldürürler… Ertesi günse Simon’ın cesedini deniz suları alıp götürür… Simon, adada canavara yani kötülüğe inanmayan tek çocuktur ve Simon’un ölümüyle vicdan, gerçeğe duyulan açlık ve hakikat de kaybetmiştir… Simon’dan geriye kalansa “adada bizden başka canavar yoktur belki” cümlesi olmuştur…

Simon’un öldürülmesi ile kontrol tamamen Jack ve yandaşlarına geçmiş, Ralph ve Domuzcuk yalnız başlarına kalmıştır. Canavar korkusunun da gittikçe büyümesi/büyütülmesi, Jack tarafından yaratılan ortak korku -canavar- yoluyla farklılıklar bir kenara itilmiş, düzene ve kontrole dayalı bir ada sistemine geçilmiştir. Büyük sosyolog ve sosyoloji biliminin kurucularından Weber’in de tabiriyle demokratik liderlik yerini otoriter liderliğe bırakmıştır. Ada toplumu canavara ve canavarlaştığını düşündüğü her şeye karşı savaşacaktır. Adada yeni hakim duygusal durum “kin ve hınç” duygusudur.

İşte bu koşullar altında yalnız kalan Ralph ve Domuzcuk son kez Jack ve avcılarını aklın yoluna çağırmak amacıyla, adada kayalıkların ve lagünlerin bulunduğu bölgeye, yanlarına giderler. Ancak Domuzcuğun yaptığı akıl dolu konuşma, adanın salt şiddet timsali Roger’ın, Domuzcuğun kafasına büyük bir kaya yuvarlaması ve Domuzcuğun kayanın altında kalarak ölmesiyle son bulur… Adada iyiliğin sembolü Simon’un ölümünden sonra mantık ve rasyonalitenin sembolü olan Domuzcuk da hayatını kaybetmiştir… Domuzcuğun kırılan ve ufalanan gözlükleri de bunun en çarpıcı sembolizmi olmuştur…

Adada bunlar yaşanırken dünyanın geri kalanında bir atom savaşı süregelmekte ve “büyüklerin dünyasında” çok daha büyük bir “dehşet”e şahit olunmaktadır…

Domuzcuğun da ölümünden sonra, korku ve otoriteye dayalı hakimiyetini pekiştiren Jack, Ralph’in de tek başına kalmasına müsaade etmeyecektir. Jack ve avcıları bütün çocukları toplayarak Ralph’i yakalamak ve öldürmek için ava çıkarlar. Hatta adada da büyük bir yangın çıkartırlar. Öyle ki civardan geçen bir İngiliz savaş gemisi yangını fark eder. Kovalamaca esnasında kendini canhıraş sahile atabilen Ralph, gemiden adaya bir filikayla gelen İngiliz subayını karşısında bulur ve mızraklı çocukların karşısına dikilen subay Ralph’i ölümden kurtarır. Ralph yaşadığı travmanın da etkisiyle kendisini tutamaz, hıçkıra hıçkıra, sarsılarak ağlamaya başlar. Ralph’in duyduğu keder tüm gövdesini ürpertmiş, sarsmış, parçalamıştır sanki… Ralph’in acısı diğer çocuklara da sıçrar, onlar da titremeye, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar…

Subayın yüzündeki büyük şaşkınlıkla dilinden tek bir cümle dökülür:

Çocuklar Siz Ne Yaptınız ??..”

Ve hikâyemiz böyle son bulur…

Hikâyemizin başında adeta cennetten düşmüş bir ada gibi görünen “mercan adası”, hikâyemizin sonunda bir “cehennem çukuru”nu andırmaktadır… Kötülüğün ve insandaki karanlığın timsali olan, hikâyeye de ismini veren “Beelzebub” yani “Sineklerin Tanrısı” yüzünü en açık haliyle göstermektedir… Yazar William Golding de bir röportajında romanın teması için, “toplumun kusurlarının izini insan doğasında sürme girişimidir” cümlesini kurmuştur. Biz de böylece hikâyeyle birlikte insan doğasındaki kötülüğün izini süreriz. Hikâyeyi, batı medeniyetinin bugün de gerçekleştirdiği örneklerini gördüğümüz gibi, bir modernizm eleştirisi olarak da ele alabiliriz. Dostoyevski’nin tabiriyle bir “yarık medeniyet” eleştirisi… Uygarlık uzun yıllardır devam etmektedir ancak yüzlerce yıldan sonra bile bombalarla, silahlarla birbirini yok etmekten geri durmamıştır. Zira birbirini boğazlayan, birbirinin üzerine ateş yağdıran milletleri, devletleri hâlâ üzülerek görmekteyiz… Canavarı keşfetmek, deşifre etmek ve yenmek yerine canavarın, korkunun beslenmesi tercih edilmektedir… Öyle ki pek çoğumuz bile gücü elimize geçirdiğimiz zaman birer canavara dönüşmüyor muyuz ?…

Ancak tüm bunlara rağmen biliyoruz ki; insanın kalbindeki ışık kadar karanlık da vardır. “Karanlık ne kadar derin ve koyuysa, ışık da o kadar engin ve parlaktır !!..” Hangisini besleyeceğiniz ise tamamen sizin tercihinize kalmıştır…

Sevgiyle kalın…

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X