Dr. Gökhan UZEL
Dr. Gökhan UZEL
E-Posta: [email protected] YAZARIN TÜM YAZILARI

Suyu Arayan Adam: Bozkırdaki Ruhu Anlamak!!

Köşe Yazısını Dinle

Ben Suyu, Yani Hayatı, Anlamı ve İnsanı Aradım…

Otomat”, ruhsuz bir yaratıktır. Ama ihtilallerin icra organlarında onun geçici olarak, bir yeri ve bir fonksiyonu olabilir…

Ama “Aydın” bir inşa, bir otomat olursa, bu onun, evvela kendi kendini inkâr edişidir ki, toplum yapısında onun varlığı, artık toplum için de bir kayıp demektir…

Bir insanın hayat yolculuğunun, bir ulusun o çalkantılı dönemlerini nasıl yansıtabileceğini hiç düşündünüz mü? Şevket Süreyya Aydemir’in 1959’da tamamladığı, hani kendi deyişiyle ne roman ne otobiyografi dediği eseri “Suyu Arayan Adam” bize bu sorunun cevabını veriyor. Hikâye boyunca Aydemir, hem kendi kimliğini hem de Osmanlı’nın son döneminden cumhuriyetin kuruluşuna uzanan çalkantılı süreçteki bir milletin kimliğini arıyor…

Her şey Edirne’de, I. Dünya Savaşı sırasındaki yangın anısıyla başlıyor. Aydemir, Deli Orman göçmeni bir ailenin çocuğu. Babası memur, orta halli bir aileden geliyor. Küçük yaşta Balkan Savaşları’nın etkilerini, göçleri, büyük yoksullukları yaşıyor. Edirne’nin kaybedilmesi ile de Aydemir ve ailesi göçe zorlanıp, yeni Anadolu umuduna sarılıyor. 

Tüm bu süreçte Anadolu içinde ise farklı bir ruh esiyor, yeni, farklı bir şeyler oluyordur…

Aydemir bu süreçte İstanbul’da Darülfunun(üniversite)’de eğitim görür. İttihat ve Terakki fikirleriyle tanışır. “Milliyetçi ve Modernist” düşünceler ile ilgilenir. Kurtuluşun eğitim, bilim ve üretimde olduğuna inanır. 

I.Dünya Savaşı sonrasında, savaşın yıkımı ve Osmanlı’nın dağılmasıyla yeni arayışlara girilir. Bu esnada Rusya’da “Ekim Devrimi(1917)” gerçekleşmektedir. Devrimin getirdiği toplumsal değişimden tüm dünya ülkeleri etkilenir. Aydemir’de Türkiye’ye döndükten sonraki sürecinde, devrimci bir toplum kurma hayali taşır, ancak bu fikirler o dönemin Tükiye’sinde kabul görmez. 

Cumhuriyet’in ilanı ile toplum umutlanır. Yeni Türkiye’nin kalkınabileceği düşüncesi hakimdir. Aydemir ve arkadaşları da(Yakup Kadri, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf) ile birlikte 1930’larda meşhur “Kadro” dergisini çıkartırlar. Amaçları Cumhuriyet’in devrimlerine ideolojik bir temel kazandırmaktır. Dergi kısa sürede dikkat çeker ancak siyasi gerekçelerle kapatılır. Bu süreçte Aydemir, yeniden devlet görevine döner, eğitim ve planlama işlerinde çalışır. Siyasi hayal kırıklıkları yaşar, devrimci idealleriyle gerçekler arasında çatışır. İşte bu dönemde hayatını “Suyu Aramak” metaforu ile ifade eder. “Su, hem bilgi hem de toplumun kurtuluşudur…”  Artık bireysel çıkarların ötesinde, halkın refahı ve bilinçlenmesidir önemli olan… “Suyu Arayan Adam ifadesi; gerçeği, ilerlemeyi, ve toplumsal kurtuluşu arayan bir milletin hedefidir !!…”

“İşte bu noktada bir ruhu, Anadolu’daki, bozkırdaki çekirdeği anlama ihtiyacı hasıl olur… 

Aydemir hayatı özelinde dönemin siyaseti ve ruhundan ne öğrenebiliriz ?”

İmparatorluğun son dönemindeki bu çalkantılı süreçte yaşananlar, bugünkü toplumsal olarak yaşadığımız sorunlar için de bir turnusol kâğıdıdır… Millet olarak bugünümüzü izah ve idrak edebilmemiz için tozlu raflar arasında duran bir hazinedir !! Balkanları ve topraklarını terk etmek zorunda kalan bir ulusun, vatansızlık korkusuyla Anadolu’ya tırnaklarıyla tutunmasının geleceğe ışık tutan hikâyesidir. 

Edirne’den başlayıp, İstanbul, Anadolu, Kafkasya, Moskova ve en nihayetinde Ankara ve Cumhuriyete uzanan fikirsel bir yolculuğun coşkulu serüvenidir !!… Bir milletin kabuğunu değiştirmesi, ruhunu ve ideasını arayışıdır…

İşte tüm bu arayış sürecinde; Osmanlı ülkesinde, Batı’dan da feyz alınarak kuvvetlenip ilerlemek istekleri uyandığından beri, üç temel siyasi fikriyat ya da ideoloji olduğunu görürüz. Bunlardan birincisi Osmanlı Hükümeti’ne tabi çeşitli milletleri birleştirerek bir “Osmanlı Milleti” vücuda getirmek düşüncesidir. İkincisi, Hilafet hakkının Osmanlı hükümdarında bulunmasından istifade ederek, bütün İslam milletlerini bu hükümet idaresinde siyaseten birleştirmek, üçüncüsü ise Avrupa ülkelerinde olduğu şekliyle, modern bir millet tanımı üzerine kurulu, tüm yurttaşların eşit haklara sahip olduğu “Türk Siyasi Milleti” kimliğini teşkil etmek düşüncesidir. 

Cumhuriyetin tasavvuru; modern, eğitimli “Yurttaş” modelinin oluşturulması ve güçlü bir milli bilinç ile sanayileşme hareketinin başarıya ulaştırılması idi…Atatürk’ün, “Türk Milleti atinin medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır !!” ifadesi de bu ideale dayanıyordu… 

Aydemir’in ifadeleriyle de: 

-Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı. Hakikat, yalnız istikbaldeydi. Ve aradığımız Su önümüzde parlıyordu !!… 

Ancak bu süreçte Osmanlı Milleti oluşturmak isteği, yüksek bir ümide ya da başarıya doğru ilerlemiyordu. Asıl amaç, Osmanlı ülkesindeki Müslüman ve Gayrimüslim ahaliye, aynı hakları ve siyasi vazifeleri tanımak, böylece aralarında tam eşitlik oluşturarak, ahalinin arasındaki din ve mezhep anlaşmazlıklarına rağmen onları birbiriyle kaynaştırmaktı. Amerikan Ulusu gibi, müşterek vatanda birleşmiş yeni bir millet, “Osmanlı Milleti” ortaya çıkarmak ve en nihayetinde Osmanlı sınırlarını muhafaza etmekti. 

Osmanlı Milleti yaratmak siyaseti, İkinci Mahmut döneminde doğdu. Bu Padişah’ın, “Ben tebaamdaki dinler farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim” ifadesi meşhurdur. II. Mahmut gibi düşünenler ve Avrupa’da milliyetler kurulması tarihinde görülen bazı örnekler de, bu siyasete olan inancı artırdı. Gerçekten Fransız milleti; Cermen, Latin, Grek ve daha bazı nesillerin birleşmesinden ortaya çıkmamış mıydı? Alman milletinde birçok İslam unsuru yutulmamış mıydı? İsviçre ırk ve din anlaşmazlıklarına rağmen bir millet değil miydi? 

Ancak süreç böyle ilerlemedi…

Çoğunluğu Müslüman ve önemli bir kısmı Türk olan bir devletin varlığı ve kuvvetlenmesi Türk ve Müslümanlar için faydalı olmakla birlikte Gayrimüslimler için bir bağlılık ya da aidiyet üretmiyordu. Konu bölgesel bir iç mesele halinde kalıyordu. Ancak bu Osmanlıcılık siyaseti; 1789 Fransız İhtilali, bunu takiben Almanlar tarafından milliyetlerin esası “ırk olmak üzere” uygulanması ve 1870-71 Prusya-Fransa Savaşı’nda kesin Alman zaferi ile sonuçlanmasıyla temel dayanağını da kaybetmiş oldu. 

“Osmanlı Milleti” siyasetinin başarısızlığı üzerine, “İslamiyet Politikası” ortaya çıktı. Avrupalıların “Panİslamizm” adını verdikleri bu fikriyat, son zamanlarında Genç Osmanlılıktan yani Osmanlı Milleti kurmak siyasetine iştirak eden partiden doğdu. Bu partinin mensupları, her Müslüman’ın küçük yaşlarda ezberlediği “Din ve Millet Birdir” kaidesine uyarak, bütün Müslümanları, tek millet haline getirmenin gerekliliğine inanıyorlardı. İlk etapta sadece teorik temelde olan bu fikir, zamanla pratiğe geçirilmeye çalışıldı. Osmanlıcılık siyasetinin terkedilmesinden sonra II. Abdülhamit bu fikri uygulama gayretine girdi ve bu siyasetin en güçlü icra aracı ve göstergesi olmak üzere, “Hamidiye Hicaz Yolunun” inşasına başlandı. Ancak yıllar sonra Filistin cephesinde Cemal Paşa’nın da emir subayı olan Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı isimli hatıratında, “Çöl ve Urban Osmanlı Hazinesi Tüketmiştir” tespitinde bulunacaktı. Zira bu siyasi fikriyat ile Osmanlı Devleti, Tanzimat Devri’nde terk etmek istediği “Dini Devlet – Etat Theocratique” şeklini tekrar alıyordu. Siyasi serbestliği ve eşitliği bırakmaya mecbur kalınıyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti tebaaları arasında cins ve din ayrılığından doğacak-geçmişten bu yana süregelen- anlaşmazlıkların artmasına ve bunun neticesi olarak, en nihayetinde de Avrupa’da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmak gerekiyordu. 

“Nitekim öyle de oldu…”

“Hicaz Demiryolu/Arap Çölünde Lawrence tarafından pusuya düşürülen Osmanlı Treni”

En nihayetinde 1902-03’de, İstanbul’da, “Türk Milliyeti” arzu eden bir mahfel(dernek), siyasi olmaktan ziyade ilmi bir çerçevede kuruldu. Şemsettin Sami, Necip Asım, Velet Çelebi ve Kurtuluş Mücadele’sinde Yunan askerine ilk kurşunu sıkacak olan Hasan Tahsin, bu derneğin göze çarpan üyeleri olup, İkdam Gazetesi’nde bir dereceye kadar fikirlerini yaymaya gayret gösterdiler. Ancak hükümetin bu fikriyata olumlu bakmamasından olsa gerek bu hareket genişleme olanağı bulamadı. “Türk Milleti” fikrinin genişlemeye başlaması ancak İttihat Terakki ve sonrasında Cumhuriyet’in kuruluşu ve Atatürk’ün büyük çabaları ile mümkün olabildi. Çünkü Türklük siyaseti de Osmanlı gibi hudutlarla sınırlanmış değildi… Tuna’dan Sibirya’ya uzanan bir coğrafyaya ve halk unsurlarına yayılıyordu.

“En nihayetinde Suyun Arayışında yol, bozkırın kalbine, Ankara’ya çıktı…” Çünkü devletin bütün toprakları içinde belki tek temel olan, ancak devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri bir yer varsa o da Anadolu’ydu… “Ve donmuş, unutulmuş Anadolu toprağına can suyu, yeni bir ruh verilmesi gerekiyordu !!…” Ve bu ruhu Ziya Gökalp; “Kızılelma Ne Hint’tedir, Ne de Çin’de, Türk Gönlünün İçinde !!…” dizeleri ile yorumlayacaktı… Büyük Atatürk’ün de hayal ettiği şekliyle, “Türklerin Zamana ve Mekana Hükmetmesi” hedeflenecekti. Cumhuriyetin kuruluşu ve devrimler ile yeni devletin ve milletin ruhu, insana ve halka hizmetin en yüce değeri olacaktı. Alt kimliklere, düşüncelere de saygı ile birlikte ortak paydada “Birleştirici Türk Milleti” kimliğine dayalı modern bir siyaset ve fikriyat ortaya konması hedeflendi. 

Ve en nihayetinde bütün bu fırtınalı süreçlerden sonra, emeklilik yıllarında kitabın adına da ilham veren Su’yu bulma anı gelmişti… Aydemir’in kendi ifadesiyle:

-Hikâyem bir yangınla başlamıştı ama şimdi serin bir Suyun başındayım… Bütün ömrüm boyunca aradığım Su belki de buydu.” diyecektir… “O ‘Su’ Ankara’dır ve Yeni Cumhuriyettir…” Aydemir’in bir çiftlik bahçesindeki “Su” başında bulduğu bu huzur sadece kişisel bir dinginlik değil, aynı zamanda ülkenin büyük yangınlardan sonra ulaştığı bir ferahlığın da sembolüdür aslında…

Diğer yandan sürekli akan, girdiği kabın şeklini alan su da kimlikler gibi dinamik ve akışkandır… Türk Milleti tarih boyunca da bu esnekliği, akışkanlığı, değişkenliği ile var olabilmiştir… O sebeple geleceğe odaklanırken Suyun doğasına da dikkat kesilmekte fayda var dostlar… Edirne’den İstanbul’a, İstanbul’dan Anadolu’ya, Azerbaycan’dan Moskova günlerine, en nihayetinde Ankara’ya uzanan bu büyük arayışta, Aydemir’in hikâyesinden çıkartacağımız çokça dersler var…

“Tanrı’nın bize verdiği en büyük nimet, sahip olduğumuz halde, sahip olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kabiliyetidir”.

Acaba aradığımız Su, kendi içimizde varlığını bilmediğimiz bu kudretlere, bir gün kavuşmak özlemi olamaz mı ? 

Niçin olmasın ?…

Ve bir Tablo…

“Osman Hamdi Bey ve Kaplumbağa Terbiyecisi”

Belki de bir toplumun değişmesi kaplumbağaların terbiye edilmeye çalışılması kadar ağır ilerliyor ve sabır istiyordur…

***

Öyle bir lider düşünün ki, tarih, edebiyat, felsefe, sosyoloji kitapları okuyor. Antropolojik, filolojik incelemeler yapıyor. Cephede iktisat kitapları okuyor. Tarihte emsali görülmemiş biçimde, emperyalist milletlerin tüm ordularını savaş meydanında tarihin tozlu raflarına yolluyor. Bilime inanmış, aydın, fikri hür, vicdanı hür insanların yaşayacağı bir ülke kurmak için kanının son damlasına kadar savaşıyor. “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir, benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir” diyor… Hepimize muasır medeniyetler seviyesini hedef gösteriyor. Ne şanslıyız ki, bize yol gösteren, yüzyıllarca da yol göstermeye devam edecek Büyük Atatürk’ümüz var !!! 

Sonsuz özlemle…

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X