Başlığı okuyup, gelmiş geçmiş en büyük Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in büyük iddiası, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni yazacağım anlaşılmasın.
O, pek ileriye doğru sıçrayış gibi gözükmüyor. Sıçrama filan değil, tam bir geriye dönüşün uygulaması olacak. Hatta bununla ilgili bir karikatür yayınlandı. Karikatür de kafa sesleri şöyleydi;
– Bu teklifinizi geri çekin.
– Geri çeke çeke Ortaçağ’a getirdik. Biraz daha çekersek Taş Devri’ne gidelim mi istiyorsunuz?
Bu sorun çok hayati ve başlı başına üzerine çok yazılması, tartışılması gereken başka yazı konusu. Biz şimdi asıl meseleyi ele alalım.
Ne yazık ki ülkemiz herhangi bir temel sorunu çözme kabiliyetini geliştiremedi.
Bu durumun son örneği de güncel olan ‘sokak hayvanlarının’ akıbetinin ne olacağına dair.
Neredeyse kangrene dönüştürmediğimiz bir sorun oldu mu?
Türban meselesi, Kürt sorunu, İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetleri..
Şimdi de sokakta başıboş kalan kedi ve köpeklerin uyutularak itlaf edilmesi meselesi var gündemde.
Güzel ülkemin parlamentosunda yer alan, milletvekili olma şansını yakalayan siyasetçiler ve partilerin sözcüleri bu konu üzerine olanca iştahlarıyla ahkâm kesiyorlar.
Sorun çözmeyi beceremiyoruz!…
Medeni dünya bunu nasıl çözmüş?
Bu soruya yanıt ararken, sorunun da tam anlaşılması gerek.
Sokaklarda neden köpekler var?
Geriye dönüp baktığımızda toplum olarak her zaman bu hayvanlarla barışık yaşamışız. Geçmişte her evde mutlaka bir kedi bir köpek vardı.
Kendi yaşantımdan da bunu çok iyi biliyorum. Yalnız bizim değil, tüm evlerin ineği, keçisi, eşeği gibi köpeği de sanki evin bireyi gibiydi.
Bununla ilgili acı bir anım da var. Beş altı yaşlarında olmalıyım, avlumuzun içinde serbestçe dolaşırdı köpeğimiz. Normal öğününün dışında babaannemden gizlice ekstra bir yiyecek de ben verirdim köpeğimize… Sofrada kediyle paylaşırdım ekmeğimi.
Bir gün avlu kapımız açıldı, üst sokak komşumuz Zeynep Teyze (Taşra da herkesin bir lakabı olur; kimi sülaleden gelen isimle kimi de fiziksel durumuna uygun düşen sözle anılır. Zeynep Teyze’nin de bir gözü kapalı olduğundan kör Zeynep derlerdi.) kapıyı aralayınca köpek öfkelice havlamaya başladı. Biri mi söyledi yoksa ben mi gidip köpeği tuttum, komşu rahatça eve girsin diye. Zeynep Teyze evin girişine yaklaştıkça köpeğin öfkesi arttı, zor zaptediyordum. Belki boynunu çok sıkmışımdır, elimden öyle güçlü kurtulmak istiyordu ki, öfkesinden, dönüp burnumu ısırdı. Kanlar içinde kaldı yüzüm, herkes başıma üşüştü, burnumu tutuyorlardı. Biri koşturarak sıhhiye Abdurrâhman Amca’yı çağırdı. Önce yarayı temizledi ama ben acıdan tepinip bağırıyordum. Elimi ayaklarımı sıkı sıkı tutup, beni bağırta bağırta burnuma epey bir dikiş atıldı.
O yaranın izi kaybolmadı, izi hâlâ bir ince çizgi durur burnumun solunda. Ama hiçbir zaman o hayvana öfke duymadım. Evdeki kimse de köpeğe ceza vermeye kalkışmadı.
Evimizin, tüm evlerin gece bekçisiydi köpekler… İstisna üç beş vaka dışında ne kimseyi yaraladılar ne de kuduz olup, kimsenin ölümüne sebep oldular.
Peki kentlerin sokakları neden kedi ve köpeklerle dolu?
Elbet bugünün meselesi değil, birden bire de ortaya çıkmadı bu hayvanlar.
Kırsaldan göçle birlikte savruk kentleşme ve plansız yerleşim sonucunda, insan yaşamına pek de uygun olmayan mahalleler, sokaklar oluştu.
Kentli insanlarımız kimi zaman hevesle kimi zaman da çocuklarının isteğiyle, bazı yeni yetme zenginler de statü için, cins hayvanları, evlerinde, yani apartman dairelerinde köpek, kedi beslemeye başladılar.
Günümüz de apartman koşullarında hayvan beslemek pek kolay bir şey değil. Hal böyle olunca da çok uzun zaman geçmeden, hayvanlardan sıkılmaya başlıyorlar.
Bu yüzden büyük bir istekle evlerine aldıkları kedi ve köpekleri, vicdanlarını dinlemeden sokağa bırakıyorlar. Kazaya ya da şiddete maruz kalmayıp yaşama tutunanlar, doğal olarak nesillerini de sürdürme güdüsüyle çoğalıyorlar.
İşte ben de o sokağa bırakılan köpeklerden biriyle uzun süre arkadaşlık ettim. Sabahları erken saatte Cephanelik’te yürüyüş yaparken, onca köpeğin arasında biri bana takılıp yanımda yürümeye başladı. Sanırım ilgi istiyordu… Artık her sabah beraber yürüyorduk. İyi anlaşan iki arkadaş gibi olduk. Ben Gürsu’daki kasap Adnan’dan akşam iş çıkışı aldığım kemikleri ona ve diğer köpeklere götürmeye başladım. Her sabah benim yolumu gözler oldu. Yürüyüş bitip, ayrılırken de beni uğurluyordu. Tek yaptığı şey yoldan geçen beyaz arabalara havlamaktı. Belki de öyle arabası olan biri onu terk etmişti.
Dokuz günlük Kurban Bayramı tatillerinden biriydi. Yakınlarımı görmeye gitmiştim başka bir kente. Döndüğümde köpek yoktu. Her sabah “günaydın” deyip birbirimize hal hatır sorduğumuz arkadaş, “Biliyor musun, senin köpek öldü, bir araba çarptı ve orada can verdi” deyince donup kaldım. Çok üzülmüştüm. Anlatılmaz bir boşluk çökmüştü içime…
Büyük şairimiz Nazım Hikmet’in çok sevdiği köpeğinin ölümü üzerine yazdığı şiiri hatırladım. Şöyle diyordu bir yerinde.
“Kaç sabahtır uyanıyorum,
Dinliyorum ortalığı,
Kapı tırmalayan yok.
Ağlamak geliyor içimden,
Ağlayamadığım için utanıyorum.
İnsan gibiydi.
Hayvanların çoğu insan gibidir,
Hem de iyi insan gibi.”
***
Bugün tartışılan ve her bir siyasi partinin bir yana çekip, konuyu lastik gibi sündürmelerini ben pek de yadırgamadım. İnsan davranışı kolay kolay değişmiyor. Tarihte de böyle olmuş bir yığın olay var.
“Yönetemiyorsan öldür kuralı” işlemiş hep.
Bu yazının başlığındaki cümle, Çin devrimini gerçekleştiren Mao’nun, Çin toplumu yeniden şekillendirmek için başlattığı kampanyanın adı. Amin Maalouf’un“ Labirent” kitabından Çin’in siyasi, kültürel ve ekonomik gelişiminin tarihsel sürecini anlattığı bölümden seçtiğim bir örnek sanırım sorunu etkili biçimde yansıtıyor.
“İleriye Doğru Büyük Sıçrama” adıyla başlatılan kampanya içerisinde yer alan uygulamalardan bir tanesi şöyle:
“Hastalık yayan ve üretimi kötü etkileyen ‘dört zararlıyı’ yani sıçanları, sinekleri, sivrisinekleri ve serçeleri yok etmesini amaçlıyordu. Niçin serçeleri? Çünkü çok miktarda meyve ve tahıl yiyip mahsulü azaltıyorlardı. Başlıca ‘suçlu’ her yıl dört kilo tarım ürünü yediği söylenen, küçücük ağaç serçesiydi.”
Sanırım onlar da bizim gibi epey düşünmüş taşınmış olmalılar ki, bakın nasıl bir çare bulmuşlar.
“Onlarda savaşmak için bulunan en ilginç ve etkili yöntemlerden biri, gürültü çıkarmaktı. Köylüler sürekli tarlalarda mevzileniyor ve serçeler yaklaşmak istediklerinde konmalarını engellemek için davul, tencere veya teneke çalarak onları ürkütüyorlardı. Bitkin düşen ve aç kalan serçeler sonunda ölüp taş gibi yere düşüyorlardı. Çocuklar dahil bütün ahali, kimi zaman bir şenlik havasında bu yöntemi hayata geçiriyordu ve sağlanan başarı etkileyiciydi. Serçelerin ve tüm diğer kuşların kökü kazınmak üzereydi.”
“Ancak bu ‘zararlı’ kuşların sadece tahılları ve meyveleri değil, aynı zamanda böcekleri de yedikleri öngörülememişti. Avcıları yok olunca böcekler çoğalmaya ve bitkilerle oburca beslenmeye başladılar. Çok geçmeden ekinlerin üzerine sökün edip geçtikleri her şeyi silip süpüren göçmen çekirge sürüleri oluştuğu görüldü. Verdikleri zarar o kadar yıkıcıydı ki ülke 1958 ile 1962 yılları arasında modern zamanların en büyük kıtlıklarından birine maruz kaldı; bazı tahminlere göre bilanço otuz milyon ölüye yakındı.”
Bu da gösteriyor ki doğanın dengeleri bozulduğunda ya da birileri bozduğunda sürece hâkim olmak imkânsız oluyor ve çok acı bir sonuçla karşı karşıya kalıyor insanoğlu…
Yaşanmış bir trajik örnek de bizim tarihimizde var. Hayırsız Ada diye bilinen (Sivri Ada) yer İstanbul’a kıyıdan 30 dakika uzaklıkta kurak kayalık bir kara parçası. 1910’da İstanbul sokaklarından toplanan 80 bine yakın köpek bu adaya bırakılıp terk edilir. Belli bir zaman sonra köpekler açlık ve susuzluktan, rivayet odur ki, sesleri İstanbul kıyılardan duyulacak kadar havlamaya ulumaya başlarlar. Hatta adanın yakınından geçen bir gemi ya da kayık gördüklerinde hepsi kıyıya dizilip kurtarılacakları umuduyla geçen gemiye bakar, bekler…
Ne çare…
Hiç kimse, hiçbir gemi yanaşmaz adaya…
Adaya uğramadan geçen her gemi, söndürür yaşam umutlarını.
Zaman geçtikçe köpeklerin sesi kesilir. Şuurunu kaybeden hayvanlar birbirlerini yiyerek ölürler.
***
Modern dünya bu ve benzer sorunları insan vicdanını yaralamayacak yöntemlerle aşmayı bilmiştir.
Bizim meseleyi ele alışımız da bir gerçeklik yok. Sakat bir bakış açısı ve bilgisiz, öngörüsüz tavırlar çıkıyor ortaya.
Oysa bugün ülkemizde sokak hayvanlarının insanlara verdiği zarardan söz ederken, asıl insanların birbirlerine verdiği zararı göz ardı ediyoruz. Yeterince gündem etmiyoruz bile…
Halbuki cinayet işleyen, darp eden, hırsızlık yapan, rüşvet yiyen, sınav sorularını çalan, vergi kaçıran, çocuklara tecavüz edenlerin sayısı, sanırım insana zarar veren hayvanlardan kat kat fazladır….
Sağlam bir vicdanı sızlatan eylem, insanlığı hiçbir yere götüremez…