Büyük Taarruz’un 103. yıldönümü 28 gün önce kutlandı.
Çok zorlu koşullarda, destansı bir mücadele verilerek, ‘Kurtuluş Savaşı’yla kuruldu bu Cumhuriyet…
Ünlü şairimiz Nâzım Hikmet, “30 Ağustos Zaferi yalnızca ülkenin topraklarını işgalden kurtarmakla sınırlı değil, aynı zamanda emperyalizmi de yenmiştir Türkiye” diyor.

Nitekim, dünyanın mazlum milletlerine de bir uyanış düşüncesi yansımıştır, Anadolu’dan dünya halklarına.
Hindistan’ın Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi lideri Mahatma Gandhi’ye atfedilen “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz zannederdim” sözü, bu mücadelenin ne kadar büyük ve değerli olduğunu gösteriyor.

Uzun bir savaşın ardından, kıt olanaklarla, halkın yoksul düşmesine rağmen, 1923-1938 arasında Cumhuriyet ideali, bir mucize yaratmıştır. Başta eğitim olmak üzere, ekonomi, ulaşım, sağlık ve en önemlisi modern toplum yaratmanın tohumları ekildi.
En önemli medeniyet devrimlerinden biri olan, kadınlara seçme ve seçilme hakkının, bazı Avrupa ülkelerinden bile daha önce tanınmasıdır.
Genç Cumhuriyet, 15 yılda inanılması güç gelişmeler kaydetti. Batı uygarlığına doğru giden yolları bir bir döşedi…
Cumhuriyet, Anadolu toprağını sevmiş olmalı. Anadolu insanı da Cumhuriyet’i çok sevmiş olmalı ki, çok çabuk büyüdü, gelişti…
Her yana uzanan dallarıyla, kocaman gövdeli bir çınar oldu…
Belki de, ileride karşısına çıkacak tehlikeleri sezdiğinden böyle derinlere kök salarak güçlendi. Aydınlığa doğru yoluna gidiyordu.
Ne yazık ki, başladığı gibi gitmedi bu yolculuk; medeniyet yoluna gidiş önce yavaşlatıldı. Ardından durduruldu. Bugün ise, bir bir sökülüyor döşenen o taşlar.
Eğer, 1938’den sonra gelen iktidarlar, Cumhuriyet’in medeniyet yürüyüşüne giden yola birer taş koyabilselerdi bugün Türkiye bilimde, sanatta, eğitimde, sağlıkta, ekonomide bambaşka yerlerde olabilirdi.
1938’den sonra gitgide yavaşlatılan hamleler, çok partili sisteme geçildikten sonra, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla iyice durduruldu.
Büyük bedeller ödenerek kurulan Cumhuriyet, Demokrat Parti’nin plansız, popüler uygulamaları ile geriye götürülmeye başlandı.
Zaman aleyhine işlemeye başlamıştı, Türkiye yıllarını kaybediyordu.
Cumhuriyet duvarının, tamamen yıkılma tehlikesi ortaya çıkmıştı ki, 1960’ta ordu iktidara “dur” dedi…
Cumhuriyet’in ışığı sönmemeli, hatta daha çok aydınlatmalıydı insanımızı.
Bu inançla başlayan yeni yönetim, ülkenin çağdaş, aydın ve gerçek anayasacı akademisyenlerden oluşan bir heyete yeni anayasa yazdırdı.
Türkiye’nin en modern, çağdaş ve gerçekçi bir anayasası oldu. Öyle ki, öğrenciliğimde, anayasanın kabulünü, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak okulda kutlardık.
Yeni anayasa ile özgürlükler genişlemiş, basına uygulanan sansür kaldırılmış, basın çalışanlarını güvence altına alan yasalar çıkarılmış, en önemlisi de örgütlenme ve sendikal haklar genişletilmişti.
Dünyada da bazı ülkelerde yönetimlere karşı daha fazla özgürlük isteyen gösteriler olmaya başladı 1960’larda.
En önemli ve büyük kitle eylemlerini Fransa’da üniversite öğrencileri başlattı. Kısa zamanda birçok ülkeyi etkiledi.
Bizde de Türkiye tarihinin en güzel sayfalarına “68 Kuşağı” olarak geçen gençlerin “Tam Bağımsız Türkiye” şiarıyla yaptığı eylemler yazıldı.

Bu gelişmeyi sezen gizli eller devreye girdi. 23 Eylül 1969’da Beyazıt Meydanı’nda Taylan Özgür öldürüldü. Bu üniversiteli ilk öğrenci kıyımıydı. Son da olmayacaktı.

Taylan Özgür’ün alçakça katledilmesi, büyük bir üzüntü yaşatmasının yanında daha güçlü bir dayanışmayı da sağladı.
Büyük halk ozanı Ruhi Su, bu acı olay üzerine “Kanlı Pazar” adıyla bir türkü yakmıştı. Daha sonra gelecek 12 Eylül Cunta yönetimi, Ruhi Su’nun kanser olmasına ve yurt dışında tedavi olma olanağı olduğu halde, pasaport vermedi.
İşte o dönemi simgeleyen Kanlı Pazar türküsünden bir bölüm:
“Ellerinde pankartlar
Gidiyor bu çocuklar
Kalkın, ayağa kalkın!
Gidiyor bu çocuklar
Bu Pazar, kanlı pazar
Dert yazar, derman yazar
Kalkın, ayağa kalkın
Gidiyor bu çocuklar
Bu meydan kanlı meydan
Ok fırladı çıktı yaydan”
Özellikle İstanbul ve Ankara’da öğrenciler, sendikalar ve meslek odalarının katıldığı eylemler yapıldı.
Gerek dünyada gerekse ülkede yaşanılan olumsuzluklara, ABD emperyalizmine karşı geliştirilen bu etkinlikler, gitgide geniş kitlelere yayılmaya başladı.
Bu gelişmeden rahatsız olan egemenler, iktidara, eylemlerin durdurulması için baskı yapmaya başladı. Zaten iktidar da olaylar karşısında ciddi tedirginlik yaşıyordu.
Gelişmeler karşısında korku ve endişe duyan grupların, eylemlerin durdurulması için gerek açıktan gerek el altından baskıları artmaya başladı.
12 Mart 1971’de silahlı kuvvetler komuta kademesi, dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra vererek, 32. Hükümeti istifaya zorluyordu.

Muhtıranın ardından Nihat Erim’in Başbakanlığında teknokrat hükümeti kuruldu.
Daha başında, gelişmekte olan demokrasiye bir darbe olarak tarihe geçti bu hükümet uygulamaları.
Ülkenin selameti, Cumhuriyetin koruyup kollanması iddiası ile işbaşına gelen yönetimler, ülkenin gerçek ve can alıcı meselelerini çözmek yerine üstünü kapatıyorlardı.
Ülkenin gelişmesi, ekonominin iyileşmesi, insanların yaşam kalitesinin yükseltilmesi için bir çaba içerisinde olmadılar ya da olamadılar.
Teknokrat hükümeti katı uygulamaları ve baskılı yönetimine rağmen, toplumda başlayan uyanışı ve aydınlanmayı durduramadı.
12 Eylül 1980 Türkiye tarihinde kara bir lekedir.
Ülkemiz insanlarında 60’lı ve 70’li yıllarda gözle görülür bir bilinçlenme başlamıştı. Çağdaşlaşma ve demokratikleşme çabası çığ gibi büyüyordu.
Buna izin verilmezdi, verilmedi de!..
Çünkü 70’lerin sonunda ülke, siyasi suikastlar, kahvehane baskınları, üniversite önünde taranan öğrenciler, zaptedilmiş mahalleler, okullar, provokasyonlarla kan gölüne dönmüştü.
Gerçi bu kan gölünü yaratanların arkasında dışarıdan destekli “Gladio” olarak anılacak bir derin devlet yapılanması çıktı.
Ülkenin birçok kentinde sıkıyönetim uygulaması olmasına rağmen, ne olaylar ne de akan kan durmuyordu.
Yönetime el koyması için kışkırtılan generaller, “Türkiye’yi kardeş kavgasından kurtarma” iddiasıyla, bundan 45 yıl önce hükümeti devirip işbaşına geçtiler.
Askeri yönetim siyasi partileri, sendikaları kapatarak işe başladı. Yönetimde kaldığı sürece “Atatürkçülüğü” dilinden düşürmemesine rağmen, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nu, Tarih Kurumu’nu kapatmaktan geri durmadı.
Bugüne kadar bu ülkede Atatürkçülüğü en fazla kullanıp, Mustafa Kemal’e en büyük kötülüğü yapan da bu cunta yönetimi oldu.
Tabir yerindeyse milleti yarıştırdılar Atatürkçülük’te.
Gösteriş Atatürkçülüğü’ydü tüm yaptıkları.
ABD, Türkiye’de içinde yer aldığı coğrafyada kendisine bağlı ve güveneceği müttefik arayışındaydı. Bizdeki toplumsal uyanıştan duyduğu rahatsızlık nedeniyle, askeri darbenin açıktan destekçisi olmuştur.

Askeri cunta yönetimi, milliyetçi sağdan ve devrimci soldan binlerce kişiyi hapsetti. İki grubu aynı koğuşlara koydular. Onlarca genci idam ettiler. Mamak ve Diyarbakır Cezaevlerinde uygulanan ağır işkenceler insanlık adına kara bir leke, insanlık dışı uygulama hafızalardan silinmedi.
Bir sürahi dört bardak
Cunta, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’dan oluşuyordu.

Televizyonlarda Kenan Evren konuşurken, generallerin ikisi sağında, ikisi de solunda olurdu.
Yanılmıyorsam 2020’de kaybettiğimiz ünlü gazeteci Erbil Tuşalp’in, bu dizilişi, “1 sürahi 4 bardak” diye nitelemesi belleğimden hiç çıkmadı.

Milli Güvenlik Konseyi adını alan bu beş kişi, o dönemde sadece İslamcı kesime dokunmadığı gibi, okullarda isteğe bağlı olan din dersleri zorunlu hale getirildi. Kuran kursları daha da yaygınlaştırıldı. Dahası tarikat örgütlenmelerine hiç ses çıkarılmadı.
Tüm bu ve benzeri uygulamalar siyasal İslamın gelişmesinin yollarını o günlerde açtı.
1980 darbesine kadar olan süreçte, iki marjinal parti vardı; biri bugünün AKP’sinin köklerini oluşturan Milli Selamet Partisi, oy oranı ise yüzde 5-6 civarındaydı. İkincisi ise bugünkü MHP, onun oyu daha da az, yüzde 2-2,5 kadardı.
Bugün Türkiye’yi yöneten, geçmişin iki marjinal partisi.
Çünkü, dünyaya egemen olan güçler, Türkiye’de hem merkez sağın hem de merkez solun üzerinden silindir gibi geçtiler.
Bir kez daha kaybetti ülke yönünü.
Emperyalistlerin dayattığı neoliberal politikalar, emeğin kazanımlarını gerileterek, sendikaları etkisizleştirdi. Taşeronlaştırılan çalışanları, ucuz iş gücü deposuna dönüştürdüler.
Meşhur 24 Ocak 1980 kararları artık engelsiz bir şekilde uygulamaya konuldu.

Ülkemizin dünyaca bilinen yüz akı ekonomistlerinden Profesör Erinç Yeldan, yaşadığımız aldatmacayı 2021’de şöyle tespit ediyor: “24 Ocak 1980’den 24 Ocak 2021’e farklı hükümetler, tek siyaset.”
Ne var ki ülkenin derdine Erinç Yeldan’ın belirttiği gibi ne o “tek siyaset” ne de “farklı hükümetler” çare olamadılar.
Medeni dünyadan yine uzağa düştük…
Yönetim krizi, ekonomik krizler, terör eylemleri ülkeyi takatsiz bıraktı uzun yıllar.
2002’de genel seçimleri kazan AKP, vaatleri ile toplum genelinde bir umut yarattı. Heyecan dalgası oluşturmayı başardı. Avrupa Birliği’ne tam üyelik çabaları ülkede her açıdan olumlu bir hava yarattı.
Uzun süre ‘Avrupa Birliği’ne tam üyelik politikasını çok iyi kullandı AKP iktidarı. Ne yazık ki bu da varılmak istenmeyen bir hedef, bir aldatmaca olarak kaldı ülkenin siyasi tarihinde.
O dönem bu girişimin aldatmaca olduğunu öngören usta gazeteci rahmetli Bekir Coşkun “Arabayı geri vitesle, ileriye doğru götüremezsiniz” diyordu, öngörüsünde haklı çıktı.
İktidarın bize “teğet geçti” diye yorumladığı 2008 ekonomik krizi yaşandı dünyada.
Bu teğet geçen kriz sonrası ne kadar yıl ve neler kaybettik anlaşılmadı…
Yine bir 12 Eylül günü, Türkiye’nin en büyük kırılmanın gerçekleştiği gün olarak tarih sayfalarına yazıldı.
Köklü bir anayasa değişikliği için yapılan referandum küçük bir farkla kabul edildi.
Fetullah Gülen’in bu referandumda “ölüleri bile getirin oy kullandırın” sözleri hâlâ belleklerde.
Bundan sonra başladı, tüm kurumlarda, bugüne kadar hiç görülmemiş bozulma.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iki okul arkadaşları. Kafa kafaya verip, 10 Ağustos 2014’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Ekmeleddin İhsanoğlu’nu ortak aday olarak Erdoğan’ın karşısına çıkardılar.
Seçime “Ekmek için Ekmelettin” slagonuyla giren Ekmelettin İhsanoğlu seçimi kaybetti. Daha sonra da MHP’den milletvekili oldu ve 2019 seçimlerinde “oyunu“ Recep Tayyip Erdoğan’a verdi.

Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinin 24. genel seçimleri 7 Haziran 2015’te yapıldı.
Seçim sonuçlarına göre, hiçbir parti tek başına iktidar olabilmek için 276 milletvekilliğine ulaşamadı.
2002’den bu yana iktidarda olan AKP, yüzde 40,9 oy oranıyla 258 milletvekili, CHP ise klasikleşen oy oranı yüzde 25 ile 132 sandalye sahibi olurken, MHP bundan önceki seçimlerde aldığı oy oranını artırarak, 27 fazla milletvekili çıkararak 80 sandalyenin sahibi oldu.
Halkların Demokratik Partisi adı ile seçimlere katılan HDP, yüzde 13,1 oy alarak barajı rahat aştı ve 80 milletvekilliğini kazandı.
CHP ile AKP genel başkanları arasında hükümet kurmak için yapılan görüşmeler günler sürdü. Ahmet Davutoğlu’nun “iktikşafi görüşmeler yapıyoruz” sözleri Türkiye siyasi tarihine geçerek bu dönemin simgesi oldu.

Günler bu meşhur iktikşafi görüşmelerle geldi geçti. Hiçbir sonuç alınamadı, zaten alınması da istenmiyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ikinci parti olmasına rağmen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na hükümet kurma görevi vermedi. Kemal Bey de bu duruma pek ses çıkarmadı. 1 Kasım 2015’te yeniden seçim yapılması kararı alındı.
Tüm olup bitenler, ülkeye kaybettirmekten başka bir işe yaramıyordu.
İktidar, yenilenecek seçimleri bu kez riske atmamak için “güvenlik politikaları”na sarılmaya başladı.
Yine Türkiye tarihinde en acı ve en çok insanımızın katledildiği saldırılar bu dönemde gerçekleştirildi.
İlki, Urfa’nın Suruç ilçesinde yaşandı.

Sosyalist 300 gencin basın açıklaması yaptığı sırada canlı bir bomba saldırısı yapıldı. Patlama sonrası 33 insan yaşamını yitirirken, 100’den fazla kişi de yaralandı.
İkincisi daha da ağırdı. 10 Ekim 2015’te Ankara Tren Garı’nda, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin düzenlediği “Barış mitingi”ne İŞİD terör örgütü tarafından düzenlen bombalı saldırıda 104 insanımız can verdi, yüzlercesi de yaralandı.
Kitlelerin “barış” eylemi kana bulandı…

Parlementer Sistemin Sonu
Tüm kritik durumlarda devreye giriveren Devlet Bahçeli, bir kez daha ülkenin siyasi kaderini etkileyecek söylemini ortaya atıverdi. Hatta kendisinden hiç beklenmeyecek bir tavır alarak, “Madem Cumhurbaşkanı yasalara uymuyor, biz yasaları Cumhurbaşkanı’na uyduralım” diyerek ülkenin parlamenter sistemi referanduma götürülmesinin yolunu açtı.
Herşey tersine döndü adeta; bugüne kadar “Recep Tayyip Erdoğan’dan Cumhurbaşkanı olmaz” diyen, kendisini en ağır sözlerle eleştiren Bahçeli, bilinmeyen bir nedenle “tek adamlık rejimi”nin en ateşli savunucusu oldu.

17 Nisan 2017’de yapılan referandumla, artık Türkiye’de parlamenter sistem sona erdi.
Her yönüyle ilginç bir referandum yaşadı ülke.
Referandumda evet oyları yüzde 51,41 hayır oyları ise yüzde 48,59’du.

Aradaki fark 1 milyon 379 bin 934 oldu.
Ülkenin siyasi kaderini belirleyen böyle bir referandumda, kesinlikle olmaması gereken bir şey oldu. Yüksek Seçim Kurulu’nun açık hükümlerine rağmen 2 milyon 500 bine yakın mühürsüz oy pusulaları “geçerli” sayıldı.
Kamuoyunda infial yaratan bu durumu Cumhurbaşkanı Erdoğan “Atı alan Üsküdar’ı geçti” yorumuyla kapattı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun itiraz etmemesi, bu durum ülke insanının içine sinmemesine rağmen, kabul edilmiş sayıldı.
İki okul arkadaşı, iki kafadar Kılıçdaroğlu ve Bahçeli el ele verip doksan yılı aşan parlamenter sistemi kaldırdılar.
Şair Hasan Hüseyin Kokmazgil’in şu dizeleri aslında tüm bu sürecin sonuçlarını anlatıyor.
Şöyle: Acıyı bal eyledik,
Ekmeği bol eyledik,
Geldik bugüne…
Onca derin acılar yaşayan, yaşatılan bu halk, karşılığında ne gördü derseniz, hâlâ yaşayabilmek için bir lokma ekmek derdinde.
Şair’in dediği gibi gelelim bugüne…
Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonundayız sayılır.
Bugün Türkiye toplumunun en acil ihtiyaç duyduğu şey “umut” ve “güven” eksikliğidir.
İnsanlarımız daha iyiye, daha güzele doğru yürüyebilecekleri, kendilerini heyecanlandıracak bir eylem içinde olma duygusu taşıdıkları halde, eyleme geçecek, onları yüreklendirecek güçlü bir işaret beklentisi içindeler.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün üzerinden 87 yıl geçti. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki 15 yılda yapılanları bir düşünün. Aradan geçen 87 yılda, ülke yönetimine gelen tüm iktidarlar çok değil üzerine birer tuğla koysalardı, Türkiye nerelerde olabilirdi?
Medeniyete doğru çıktığımız yolda yürümeye başlamışken, işbaşına gelen iktidarlar ülkeyi geri döndürdüler.
Yazık kaybedilen onca yıllara…
Bu yazıyı, üzerinden 45 yıl geçmiş olan 12 Eylül cuntasının yaptıklarıyla sınırlamak istemedim.
Zaten büyük çoğunluğumuz tüm yapılanları, onca acıyı ve akıl almaz uygulamaları unutması mümkün değil.
Türkiye’nin dramı
Bu yazı şu tespitlerle bitmeyi hak ediyor. Geçenlerde, Eski Dışişleri Bakanı, Meclis Başkanlığı da yapan Hikmet Çetin’in basına yansıyan sözleri çok acıydı.
12 Eylül darbesinden sonra, yürüyüş yaparken Alpaslan Türkeş’e rastladığını, sonra birlikte yürüdüklerini söyleyen Çetin, Türkeş’in “Eğer Ecevit’le anlaşıp CHP ile ortak hükümet kursaydık, bu darbe olmazdı” dediğini aktardı.
Bu güne gelirsek yine MHP ama lideri Devlet Bahçeli, PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’la ilgili önerisini, 40 yıl önce yapabilseydi keşke.
Ne kadar geç kalıyor sorunlara idrakta politikacılar.
Savunma bütçesinden harcanan onca parayı hiç hesaba katmayın. İnsan hayatı yanında ahlaki olmaz.
Ancak bu ülkenin binlerce genci yaşamını yitirmemiş olurdu.
Burada, Karl Mark’ın “Tarihte olan her şey, olması gerektiği için olmuştur.” sözü bizim için de geçerli.
Türkiye’de yaşanılan ne olmuş ise, yaşanması gerekmiş…

Flipboard