İnan, yazısında şu ifadeleri kullandı:
“Bak bu kaçıncı saklanmış kıyı bucak
Gel haykıralım
Duyuralım gel
Yoksa suç bizim olacak”
Sennur Sezer

Türkiye, Kasım ayını da çok ağır ve acı olayların yarattığı gündemle geçirdi.
Öyle hızlı gelişiyor ki olaylar, gündeme düşen bir mesele yeteri kadar tartışılıp, tüm boyutlarıyla ortaya konmadan yenisi çıkıyor ortaya.
20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları Günü”ydü.
Çocuk Haklarına İlişkin Sözleşme, 20 Kasım 1989 günü Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş, 2 Eylül 1990’da yürürlüğe girmiştir.
O tarihten beri 20 Kasım “Dünya Çocuk Hakları Günü” olarak kutlanmaktadır.
Türkiye bu sözleşmeyi 27 Ocak 1995’te kabul etmiştir.

Türkiye’de hangi çocuk bu sözleşmeden ya da haklarından ne kadar haberdar acaba?
Böyle bir günde, insan olan herkesi utandıran bir haber, Şanlıurfa’dan geldi.
Şanlıurfa’nın şanına hiç yakışmayan olay, Bozova ilçesinde yaşandı. Marangoz atölyesinde çırak olarak çalışan 15 yaşındaki Muhammet Kendirci, kalfa olarak çalışan Habip Aksoy ve bir arkadaşı tarafından zorla etkisiz hale getirildikten sonra, pantolonu çıkarılıp, makatına kompresörle yüksek basınçlı hava verildi. Ağır yaralanan Muhammet Kendirci Harran Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi’nde 5 gün tedavi görmesine rağmen, 20 Kasım günü hayatını kaybetti.

Tam da “Dünya Çocuk Hakları Günü”nde!..
Çocuğa bunu yapanı adli kontrol şartıyla serbest bırakan mahkeme, ailenin itirazı ve kamuoyunun tepkisi üzerine tutuklamıştır.
Bu olaydan beş gün önce Kocaeli, Dilovası’nda kozmetik fabrikasında çıkan yangında yanarak ölen 7 kişiden üçü de 15 ve 17 yaşlarında kız çocuklarıydı… Fabrika sahibinin suç dosyası epey kabarık çıkmış… Ne fayda…

Okulda olması gerekenler işteydi. Hayatlarını kazanmak için hayatını verenlerden bazılarıydı…
12 Kasım günü Gürcistan – Azerbaycan sınırında düşen askeri kargo uçağında 20 asker şehit oldu.

Yarım kalan 20 hayat, 20 ailenin yarım kalan öyküsü…
Şehitlerin ardından yapılan konuşmalar ve yazılanlar her seferinde beni çok öfkelendirir. Bu olayın ardından da yine bildik “Şehitlerimizin ismini kalbimize yazdık” başlığıyla çıkan gazete, aynı sözcükleri kaçıncı kullanışı diye düşünmüş müdür? Bir de yazar var, “Kahramanlar ölmez” diye yazısına başlık koyan…
Onu bir şehit evinin yetim kalan çocuklarına sor bakalım, ölüyor mu ölmüyor mu?
Gazetelerin ve gazetecilerin böyle militerce sözlerle olayları anlatması pek içe sindirilebilecek bir şey değil.
Almanya’dan İstanbul’a gelen anne – baba ve iki çocuklu aile zehirlenerek yaşamlarını yitirdiler. Savcılık, aceleden olacak, ailenin yiyecek satın aldığı yerlerin sahiplerini hemen tutukladı. Sonra basın bu kişilerin eski sabıkalı oldukları haberini yayımladı. Sabıkalı olmaları, yeni bir suç işlemeye adaymış gibi yansıtmaları anlaşılabilir bir durum değil. İnsan suç işlemiş olabilir, bunun cezasını da çekmiş zaten. Neden tekrar onu yargılama yoluna gidersin. Bu yiyecekleri satanlar, sadece o aileye satmadıkları halde, başka zehirlenme olmamasını nasıl akıl edemezler.

Ölümlere, otelde yapılan ilaçlamanın neden olduğu anlaşılınca, başka bir durum çıktı ortaya.
“İlaç firmasının sertifikası” yokmuş.
İlaçlama yapan elemanların da uzmanlıklarının olmadığı anlaşıldı.
Ah güzel yurdumun gazetecileri, ülkede sahte ilaç, sahte doktor, sahte avukat haberini de siz yapmadınız mı?
Üstelik daha yakınlarda sahte diploma skandalı yaşandı. Bunları unutmuş gibi yapıp, ilaç firmasında sertifika aramak neyin nesi?
Bu ülkede Liyakat çoktan “Kaf Dağı”na gitti.
Olay Medya İcra Kurulu Başkanı Mehmet Ali İnan’ın yazısının tamamı için tıklayın…

Flipboard