İş yerlerinde, resmi kurumlarda, futbolda, basketbolda, askerlikte yemek molası, dinlenme arası vardır. Bunların süreleri ve sıklıkları değişir. Resmi kurumlarda öğle arası bir saat iken örneğin futbolda bu on beş dakikadır, basketboldaysa biri uzun on beş dakika, diğerleri kısa bir dakikadır. Okullarda ders araları genelde on dakika olup bazı aralar daha uzundur. Bu aralar, molalar kişileri dinlendirdiği gibi spor karşılaşmalarında eksikleri, hataları gösterip yeni taktikler vermeye de hizmet eder. Yemekhaneler, kantinler, soyunma odaları, öğretmenler odası bu ara ve molaların geçirildiği yerlerdendir…
Öğretmenler Odası ders araları dersten çıkan öğretmenlerle en kalabalık halindedir. Dolaplar açılır kapanır, birşeyler alınır veya konur. Kantine inmeyenler çaylarını söylerler, garson çayları getirir. O kısa arada kısa sohbetler edilir sonra dersi olanlar sınıfın yolunu tutarlar, dersi olmayanlar içeride kalır ve teneffüste dolan, gürültülü oda tenhalaşır, kalanlardan kimi sohbet eder, kimi dersiyle ilgili çalışma yapar, kimi de başka bir şeyle uğraşır. Bilgisayar ve cep telefonlarından önceki dönemle sonraki dönem öğretmenler odasında da çeşitli değişiklikler yaratmıştır. Sohbetin yerini önemli ölçüde bilgisayardaki, cep telefonlarındaki çeşitli uygulamalar almıştır. Aşağıdakiler ise 1990’lı yıllardan bazı kesitler içermektedir.
1993 yılı Ocak ayında Bursa Çelebi Mehmet Lisesi’nde bir gün. Kimya öğretmeni bir ellilerdeki boyuna karşılık doksanlardaki kilosu, yana taralı dalgalı siyah saçları, bazen kızaran yanakları, kendine özgü yürüyüşü ve beyaz önlük giyen tek erkek öğretmen olmasıyla dikkat çeken biriydi. O gün de Öğretmenler Odasında her zamanki yerindeydi ve çevresi kalabalıktı. Aralıklarla o kalabalıktan kahkahalar yükseliyor, odanın diğer taraflarında oturanlar ister istemez o tarafa kısa bakışlar atıyor sonra okuyup yazmalarına veya sohbetlerine devam ediyorlardı. Bir ara kapı açıldı, müdür muavinlerinden biri içeri tam girmeden bir süre bakışlarıyla odayı taradı. Kimya öğretmeni konuşmasını keserek önce soru dolu bakışlarını ona yöneltti, ardından da:
“Eğer kiloyla adam arıyorsan ben buradayım, yok eğer metreyle adam arıyorsan o işlik binasında” dedi. Kastettiği öğretmen bir doksana yakın boyuna karşılık kilosu altmışlardaki Resim öğretmeniydi. Kimya öğretmeninin sessiz kaldığı, bir fikir ileri sürmediği, tartışmalara katılmadığı bir Öğretmenler Kurul Toplantısı yoktu. Bu toplantılarda o ille ki konuşacak bir şeyler bulur, kimi zaman idareyi eleştirir, kimi zaman bir öneri getirir, kimi zaman da eğer ortam elverişliyse bir anısını anlatırdı. Ses tonu güzel, Türkçesi de düzgün olunca söyledikleri ilgiyle dinlenirdi. O gün şunu anlattı :
“Kütlenin korunumunu göstermek için iki yıl önce bir deney yapmıştım. Hani su ile tuzu karıştırıp ısıtınca tuz ayrışır ve su buharlaşır, daha sonra da bazı işlemler yoluyla tuz tekrar bütünleştirilir ya o deney. Öğrencinin biri yaptığımız bu deneyi gidip evde anlatmış. Ertesi gün o öğrencinin babası geldi. ‘Siz dün bir deney yapmışsınız. Tuzu ayrıştırıp tekrar birleştirmişsiniz’ dedi. Ben merak ve şaşkınlıkla ‘Evet, öyle bir deney yaptık. Bir şey mi oldu ?’ diye sordum. ‘Madem birleştirecektiniz niye o zaman tuzu ayırdınız?’ dedi adam büyük bir ciddiyetle. ‘Peki, deney yapmazsam, ders anlatmazsam ben nasıl maaş alacağım?’ diye sordum, bu defa adam şaşırdı, ne diyeceğini bilemeden çıktı gitti. Çok daha önemli bir şey için çağırırsın velileri gelmezler, adam ne için okula geliyor, bakar mısınız?” dedi.
Bu anlatım bir kaç öğretmeni güldürdü. Sonra Kimya öğretmeni okuldaki en yaşlı ama on iki yıl ara verdiği için kıdemi az olan Felsefe öğretmenine döndü:
“Ah hocam, sendeki bu fizik bende olacaktı, bak neler yapardım!” dedi.
“O kadar da emin konuşma, dışarıdan göründüğü gibi değil o işler!” dedi Felsefe öğretmeni.
“Niye konuşmayayım, sen tam bir jönsün, yakışıklılığının kıymetini bil derim, benden söylemesi.”
Felsefe öğretmeni sevecen bir şekilde bir süre ona baktı, sonra nostalji tüten bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“İnanır mısın arkadaşım, yakışıklılığım öğretmenliğimde bana hep zarar verdi. Kız Lisesine tayinim çıkmıştı, beni gören bayan müdür kızları etkilerim diye orada göreve başlamama engel oldu. Fakülteye öğretim üyesi olacaktım, ona da yakışıklılığım mani oldu, almadılar. Ama okul dışında yakışıklılığım işime epey yaradı, bunu söylemeliyim.”
Yaşı ellilerin içinde olmasına karşın hâlâ fiziğiyle dikkat çeken Felsefe öğretmeninin “Clark çeken” bakışları ve tatlı gülümsemesi yanında yürüme stili de dikkate değerdir. Yürüyüşü insanda iki tür çağrışım uyandırır. Birincisi bir imparator çağrışımıdır: Öğretmenler Odasına bir imparator azametiyle girişi vardır ki hemen akla “Şimdi arkasından saray erkanı sökün edecek!” diye bir düşünce getirir. Ama tabii bu beklenti boşa çıkar, o zaman imparator imajı yerini Kırkpınar’da er meydanına çıkan bir pehlivan imajına bırakır. Onun az sonra peşreve başlayacağı hayal edilir. Ne var ki dolabından kitaplarını alırken “Saat kaç? Kaçıncı dersteler? Dersten çıkmaya kaç dakika var?” diye sorar çoğu kez ve bu sorular hem imparator hem de pehlivan imajlarını siler, yerini mütevazi bir öğretmen imajına bırakır.
“Artık aynalara bakamıyorum” diye devam etti Felsefe öğretmeni hüzünlü bir ses tonuyla.
“Bak, ben senden on yaş daha gencim ama sendeki çalışma temposuna ben katiyen ayak uyduramam, bu tamamen samimi bir itiraf. Okulda ders saatin yirmiden aşağı değil, okuldan çıkınca atlıyorsun arabana, Gemlik, Karacabey, Bandırma gibi yerlere bisküvi, kraker, çukulata dağıtımı yapıyorsun, her babayiğitin harcı değildir o iş” dedi Sosyal Bilgiler öğretmeni.
“Yoğun çalışmayı seviyorum, dahası sevmek zorundayım çünkü mal dağıtımı için aldığım arabanın taksitlerinin bitmesine daha iki yıl var” dedi Felsefe öğretmeni. Gerek Kimya öğretmeninin gerekse de Sosyal Bilgiler öğretmeninin övgü dolu sözleri karışık duygular uyandırmanın yanında onu mutlu da etmişti, bu yüzünden açıkça anlaşılıyordu.
O sırada içeri Matematik öğretmeni girdi. Traşı uzamış, üstelik kravat da takmamıştı. Kimya öğretmeni bir süre ona baktıktan sonra:
“İdare kılık kıyafet konusunda titiz, ona göre, kravat tak!” dedi.
Bu cümle masada o ana kadar ses çıkarmadan oturan diğer Matematik öğretmeninin gülümsemesine yol açtı. Önce kalın camlı gözlüklerinin altında küçülmüş görünen gözlerini kırpıştırdı, sonra:
“Bakın, size bir şey anlatacağım. Savaşa katılan bir deve gazi olarak memlekete dönmüş. Padişah ‘Bu deveye her şey serbest, buna yan bakanın kellesini uçururum!’ demiş. Deve bir gün pazarda kuru üzüm, leblebi satan bir adamın üzümlerini, leblebilerini yutmaya başlamış. Adam bir şey söylese kellesinden, söylemese üzüm ve leblebilerinden olacak. Ne yapsın, almış eline gramı, tık tık tık yere vurmaya başlamış. Bunu gören adamın biri ‘Yav, o deve top seslerinin arasından geliyor, gram sesi ona ne yapar ki!’ demiş. İşte onun gibi. Benim zümre arkadaşım neler görmüş, ona kılık kıyafet konusunda yapılacak bir ikaz ne yazar!” diye anlatınca herkesi bir gülme aldı ama en çok gülen de traşı uzamış, henüz dolabındaki kravatını takmamış Matematik öğretmeni oldu…
***
Öğretmenler odasında başka bir gün. Kimya öğretmeni yine çevresine toplanmış olanlara anlatıyordu. Sonra okulda kendisine adından daha çok soyadıyla hitap edilen Sosyal Bilgiler Öğretmenine döndü :
“Geçenlerde okulumuza gelen Erzurum’lu aşık Yaşar Reyhani senin köyündenmiş, doğru mu?” diye sordu.
“Doğrudur muhterem, niye sordun?”
“Anlatacağım da önce sen niye bu ‘muhterem’ kelimesini çok kullanıyorsun böyle, onu açıklar mısın?”
Zeki, cin gibi bir adam olan, espride de Kimya öğretmeninden geri kalmayan Sosyal Bilgiler öğretmeni gülerek yanıt verdi:
“Değişik kelimeler kullanmak, değişik davranış örnekleri göstermek bir fark yaratır, herkes yapamaz bunu. Söz gelimi bir yemekli toplantı olur değil mi? Ben katiyen zamanında gitmem ona. Şöyle bir on-on beş dakika geç giderim ki herkes sorsun ‘O nerede… O gelmedi mi?’ diye. Ben gelince de ‘Hah işte geldi!’ derler, böylece kendimi fark ettiririm! ‘Muhterem’ kelimesini benden başka kullanan var mı? Yok. Şimdi anlat Yaşar Reyhani’yi, ben yoktum dün okulda.”
“Sizin köyde bir yetim Abdullah varmış, evi barkı olmayan garibanın biri. Köyde eğlence olduğu zamanlarda ayı kılığına girer, halkın ilgisini çeker, sonuçta da kendisine bir iki sigara paketi verilirmiş. Bir eğlence gecesinde yetim Abdullah köyde değilmiş, onun yerine bir başkası ayı taklidi yapmış. Bunu öğrenince Abdullah çok üzülmüş. Ağlamaklı bir şekilde köylülere ‘Ben sizin yirmi bir yıllık ayınızdım. Ayıp değil mi, beni bırakıp onu ayı yapmışsınız!’ diye sitem etmiş köylülere. Görüyor musunuz yurdum insanını, kendisini insandan çok ayıya benzetiyor!”
***
Öğretmenler Odasında yeni bir gün. Esmer, uzun boylu, uzun yüzlü zayıf, kırk beş yaşındaki matematik öğretmeni odanın kapıya en uzak, cam kenarı köşesinde oturmuş, sigarasını tüttürüyordu. Önünde sehpa, sehpa üstünde de taşları dağınık duran satranç tahtası vardı. O satranç oynayan üç dört öğretmenden biriydi. Ben de yakında bir masada oturmuş kitap okuyordum. İçerde başka kimse yoktu. İkimizin de boş saatleriydi, zil çalmasını bekliyorduk. Matematik öğretmeni bir ara dikkatle bana baktı sonra:
“Ne okuyorsun?” diye sordu.
“İngilizce bir roman.”
“Roman ha, roman mı?” diye sordu şaşkınlık belirten bir ses tonu ve beden diliyle.
“Evet, roman okuyorum” dedim. Sonra “Niye şaşırdın ki?” diye sordum.
“Ya roman gençlikte okunur, artık roman okuma çağın geçmedi mi? Tarih oku, ne bileyim siyasi kitap oku ama roman liselilerin okuyacağı bir şey” dedi.
“Sen roman okumaz mısın?”
“Silah zoruyla da olsa kimse bana roman okutamaz!”
“Roman konusunda söylediklerin beni çok şaşırttı, roman her yaşta okunur, hayatı, insan ilişkilerini, insan psikolojisini en iyi romanlar yoluyla anlarsın” dedim. Daha çok söylemek için kitabı bıraktım. Tartışmanın uzamasının kendisine yaramayacağını fark eden Matematik öğretmeni:
“Bırak okumayı da gel zile kadar bir el satranç oynayalım” dedi.
“Tamam, oynayalım” dedim ve tahtanın diğer tarafına geçtim.
Başladık oynamaya. Açılış hamlelerinden sonra matematik öğretmeni zor duruma düştü. O sırada zil çaldı ve dersten çıkan öğretmenler odaya birbiri ardına girdiler. Matematik öğretmeninin eşi bizi görünce yanımıza geldi. Çok kısa bir süre oyunu seyrettikten sonra olanca sevecenliğiyle:
“Şefim dersim bitti, eve gidiyorum, bir emrin var mı?” diye sordu. Zordaki Matematik öğretmeni gözlerini satranç tahtasından ayırmadan “çek git!” anlamında sağ elini aşağı yukarı üç kez salladı. Kadın bir şey demeden köşeden uzaklaştı…