İlhan Ateş
İlhan Ateş
E-Posta: [email protected] YAZARIN TÜM YAZILARI

Gırgırcı ekip

Köşe Yazısını Dinle

Yetmişli yaşlardaki arkadaşımla bir kafede oturuyorduk. Bizden başka sadece üç masada müşteri vardı. Birinci masada orta yaşlı iki erkek sessizce tavla oynuyorlardı. İkincisinde yaşları on sekiz-yirmi civarında iki kızla iki delikanlı başları önlerindeki telefona eğik duruyorlardı. Aralarında beş dakikadır bir konuşma yoktu. Üçüncü masadaysa otuzların başlarında bir çift yanlarında üç-dört yaşlarında bir kız çocuğuyla ilgileniyorlardı, daha doğrusu çocuğun “Şunu istiyorum, bunu istiyorum!” gibi istekleri olmasa bu çift de başlarını önlerindeki telefonlardan kaldırmayacaklardı. Arkadaşım bakışlarını o masalarda gezdirdikten sonra bana döndü:

“Görüyor musun, hiç konuşmuyorlar, varsa yoksa telefon!” dedi. Sonra durdu bir süre, ardından “Akıllı telefonları geçtim, televizyonun olmadığı, haberleri sadece gazete ve radyodan öğrendiğimiz günlerde böyle miydi ya! Kahveler, kafeler böyle sessiz mi olurdu? Ben memuriyetimin son on yılını geçirdiğim Bursa dışında hep küçük yerlerde çalıştım. O küçük yerlerde insanlar birbirini tanır, gözleri hep birbirlerinin üstünde olur, sohbet-dedikodu konusu yapacak şeyler bulmaya çalışırlardı. Ne yapsınlar, kahvehane, varsa sinema dışında gidecek bir yer olmayınca zaman geçirmek kolay değildi” dedi.

“Küçük yerlerde yaşamanın iyi tarafları gibi kötü tarafları da var. Sürekli bir göz altı durumunda yaşıyormuş gibi bir duyguya kapılır insan oralarda, bu iyi değil. Örneğin öğretmensin, okuldan çıkarsın, o resmi ortamın dışına çıkmak istersin ama her hareketin sanki gözlem altındadır. Büyük yerlerde böyle bir durum yoktur, okuldan sonra birden şehrin kalabalığına karışırsın, bu bir rahatlıktır” dedim. Arkadaşım:

“Küçük yerlerde bir de gırgır ve şamatayı adeta meslek edinmiş tipler de görürsün. Birilerine sataşmayı, kızdırmayı sonra da bunu anlatmayı çok severler. Bu uğurda kendilerine yapılan hakaretleri, küfürleri önemsemezler, hatta bundan zevk alırlar. Kemal Tahir ‘Namuscular’ kitabında böyle tiplerden bahseder. O bunlara ‘ekol’ diyor, biz ise onlara ‘gırgırcı ekip’ diyelim. Ben bu ekibin yaptığı bir şeyi anlatayım. Bak dinle” dedi ve çayından bir yudum aldıktan sonra devam etti:

“Görev yaptığım küçük bir ilde çolak Sabri diye ünlü biri ve ekibi vardı. Çolak Sabri hiçbir şeyi umursamayan zeki, nüktedan, komik biriydi. Bir gün bu ekip kime sataşacaklarını tartışıyorlar. Epey ‘Şu olmaz bu olur…Yok o da olmaz!’ diye fikir alışverişinden sonra Veli adlı çarşıda tüccarlık yapan zengin, kibirli, kimseye ikramda bulunmayan, hatta bir sigara bile vermeyen birini gözlerine kestiriyorlar. Çolak Sabri arkadaşlarına dönüp ‘Ben tüccar Veli’nin bir sigarasını içersem bana ne verirsiniz?’ diye soruyor. Arkadaşları bunun imkânsız olduğunu düşünerek ‘Sigarasını içersen kebabın bizden!’ diyorlar. Çolak Sabri hemen tüccarın dükkanına yöneliyor. Dükkânda camekan yok, tüccar Veli içeride, karşısında sehpası, tabakası sandalyede oturuyor. Çolak Sabri ‘Selamın aleyküm!’ diyor. Selam almak farz olduğu için tüccar Veli, çolak Sabri’ye bakmadan burun ucuyla ‘Aleyküm selam’ diyor. Çolak Sabri ‘Veli abi, sen Allah’ın has kulusun, ben bir rüya gördüm ki sorma!’ diyor. Tüccar Veli umursamaz bir tavırla ‘Ne gördün çolak?’ diyor. Çolak Sabri, ‘Sorma, seni Cennet’te gördüm!’ deyince tüccar Veli meraklanıyor ‘Gel içeri bakayım!’ diyor. Çolak Sabri yavaşça içeri giriyor ve Veli’nin yanına oturuyor. Dışarıdaki arkadaşları uzaktan hayretle izliyorlar. Çolak Sabri oturunca ‘Veli abi, sen mübarek bir zatsın. Allah’ın sevgili kulusun. Sen cennettesin, bir köşkün bahçesinde oturuyorsun, huriler gılmanlar etrafında’ diyor, başka şeyler de ekleyerek lafı uzatıyor. Tüccar Veli ‘Eee, daha daha!’ deyip sigara tabakasını uzatıyor. Çolak Sabri tabakayı alıp sigarayı sarıyor ve yakıyor. Bu arada sigara aldığını da çaktırmadan arkadaşlarına gösteriyor. Böylece iddiayı kazanmış oluyor. Tabii çolak Sabri rüyasının devamını getirmek zorunda. ‘Veli abi, sen cennette keyif sürerken, ben cehennemde zebanilerin elinde azap görmekteyim. Bana dayak atıyorlar yeri göğü inletiyorum’ diyor.  Tüccar Veli son derece memnun, merakla dinliyor. Çırağına ‘Oğlum, bize iki çay söyle!’ diye sesleniyor. İnanılır şey değil. Çolak Sabri devamla ‘Zebaniler bana vurdukça ben Allah aşkına yeter, beni buradan çıkarın! diye yalvarıyorum’ diyor. Bu arada çay geliyor ve çolak Sabri yine tüccara çaktırmadan çayı arkadaşlarına göstererek içiyor. Çolak Sabri ‘Bana acıyan zebaniler serbest bırakılmamın tek yolunun Cennet’te tanıdığım biri varsa gidip ondan biraz iman alıp getirmem olduğunu söylediler’ diye devam ediyor. Tabii çolak Sabri sigarayı, çayı içmiş, iddiayı kazanmış, tüccar Veli’ye kazık atmazsa şanına yakışmaz! Rüyamda ‘Veli abi, işte koşarak sana geldim. Durumumu görüyorsun. Ben zebanilerin elinde mahvoldum. Bana biraz iman ver, beni cehennemden çıkarsınlar!’ dedim. Sen ise ‘Oğlum çolak Sabri, sen iman istiyorsun ama Allah seni inandırsın bende imanın zerresi yoktur! dedin.’  Bunu duyan tüccar Veli ‘Kalk namussuz çolak, sittir ol! Ben de seni adam yerine koydum!’ diye kükrüyor. Tabii çolak Sabri keyifle dükkânı terkederken tüccar Veli sövüp saymaya devam ediyor…”

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X