27 Haziran- 07 Temmuz arası on gün otobüsle yedi ülkeye giriş yaptık, Sofya ve Belgrad’da bir, Viyana ve Budapeşte’de iki, Prag’da üç gece kaldık. Almanya’nın Dresden ve Slovakya’nın Bratislava şehirlerinde de beş saate yakın zaman geçirdik, önemli yerleri gördük. “Gezmece Görmece” grubunun düzenlediği bu geziye ikisi çocuk kırk beş kişi katıldı. Çoğunluğu kadınların oluşturduğu otobüste meslek itibariyle öğretmenler ağır basıyordu. Kaptanlarımız Mehmet ve Erol toplamda 6.500 kilometre yol yaptılar. Gidişte Türk-Bulgar ve Sırp-Macar gümrük kapılarında dörder saat bekledik ama ilginçtir dönüşte bu kapıların hiçbirinde yirmi dakika bile beklemedik, belki bunda Pazartesi olmasının payı vardı. Bir günde on iki saat, on sekiz saat gibi yolculuklar yaptığımız oldu. Dolayısıyla az uyku ve yorgunluğu sineye çekmek zorunda kaldık. Bir yerde fizik kondisyonumuz test edildi diyebiliriz…

“Yöneticilerimiz Zeynep Çayır ve Fahriye Çelik gezi boyunca iyi bir performans sergilediler. Fahriye Çelik “Özel sebeplerden dolayı bu geziyle sınırlı olmak üzere herkes baştan sona aynı koltuklarda oturacak, yer değiştirme yapılmayacak,” dedi. Ön tarafa “Flamingo mahallesi” arka tarafa “Küba Mahallesi” adını taktı Fahriye Çelik ve gezi boyunca bu iki mahalle arasında gidiş gelişler, ziyaretler eksilmedi. Daha gençlerden oluşan Küba Mahllesinde ambiyans yüksekti. Şarkılar, türküler, oyunlar ordan çıkıyor, güzel ve eğitimli bir sese sahip Emel Bolca solo şarkılar söylüyor, ardından grubunu koro halinde şarkı türkülere geçirtiyor, otobüste de oyun, hatta dans bile edilebileceğini kanıtlıyor, eğlenceli bir hava yaratıyordu. Bu, gezi boyunca iki defa tekrarlandı, ikincisinde Emel Bolca beni de dansa kaldırdı, on beş saniye kadar dans ettik. Zeynep Çayır da yaptırdığı yüze yönelik yoga hareketleriyle ve kişileri anı anlatmaya yönlendirmesiyle yolculuğa renk kattı…

Rehberimiz Eren Tecer (57) ilk bakışta boyalı simsiyah saçları ve toplu gövdesiyle dikkat çekiyordu. Kendisini değişik dönemlerinde Maradona, Antonio Banderas ve bir Yunan şarkıcısına benzetenler olduğunu söylüyor, Hristiyanlık, Yahudilik, siyaset, Adolf Hitler ve komünizm konusunda geniş açıklamalar yapıyordu. O kadar tarihi, yer isimlerini, kişileri, olayları ve onlarla ilgili başka ayrıntıları bir yere bakmadan hatırlaması insanda bir yandan İlber Ortaylı’dan, öte yandan tarzıyla, kahkahalarıyla ve sorduğu sorulara yanıt beklemesiyle Cem Yılmaz’dan esintiler taşıyor, bir kelime veya cümleyi iki üç kez tekrarlayarak o kelime ve cümlelerin adeta keyfini çıkarıyordu. Anlatımı kısa ve netti, anekdotlar da özel hayatı dahil az yer tutmuyordu. “Ben şanslı bir insan olarak…Doğru yerde doğru zamanda…Hayatım yollarda geçti, on sekiz yaşında başladım rehberliğe, kırkıncı yılıma yaklaştım…Ben farklı bir rehberim, çok disiplinliyim, mükemmeliyetçiyim, rehberler bu nedenle benimle çalışmak istemezler. Bir bayan rehber buna rağmen benimle çalıştı sonra ‘Benim hayatım ikiye ayrılır, biri Eren’den önce diğeri Eren’den sonra!’ dedi, bunu nasıl anladığınızı size bırakıyorum” gibi sözleri her gün otobüsde değişik örneklerle dinledik. Ama Budapeşte’de tekne gezisinden sonra yanındaki on dört kişiyi Uber’e veya taksiye bindirmeden uzaklaşması iyi olmadı, ertesi gün karizması çizilmiş bir rehber durumuna düştü, gruba küstü, konuşmadı. Ama son gün herkesle sarılarak vedalaştı, durumu iyi kötü toparladı…

Kaptanlarımızdan herkes memnun kaldı. Erol Özdemir ile birkaç kez sohbet ettim. “On üç yaşında muavin olarak başladım, kırk yıldır yollardayım, yaşım altmışa yaklaştı, yorulduğumu hissediyorum. Balkanları ve özellikle Arnavut’u bu rehberden daha iyi bilirim, o kadar çok gittim ki oralara. Kolay iş değil, eve gidiyorum, rahat yatakta uyuyamıyorum, otobüsün salllanmasını, tekerlek sesini arıyorum. Hanıma ‘şu yatağı biraz salla da uyuyayım’ diyorum,” diye tatlı tatlı anlattı…
Geziyi gün gün anlatacak değilim. İlk gün Belgrad’da hükümeti protesto gösterileri nedeniyle otobüsümüz otele gidemedi, bizler üç saate yakın bir sokaktan diğerine yürüdük durduk, protestoculara destek çıktık, otele vardığımızda sıcak ve yürüyüş bizi pek yormuştu. Kaldığımız şehirler Sofya ve Belgrad dışında hep ovalık, düz yerlerde kuruluydu, yolun iki tarafı devasa ekili tarlalarla doluydu, boş, ekilmemiş tarla yoktu. Bu yönleriyle o ülkelere “Avrupa’nın tahıl ambarı” demek yanlış olmaz. Her taraf bizim Ayancık- Artvin tarafları gibi yeşildi, harika ormanlar vardı. Kaldığımız şehirler nüfusu üç milyonu geçen Budapeşte dışarda bırakılırsa bir ile bir buçuk milyonu geçmiyordu. Zaten ülke nüfusları da beş ile on milyon arasındaydı…

Tuna nehri Belgrad’da Sava nehriyle birleşiyor. Belgrad ve Budapeşte’de Tuna üzerinde tekne gezileri yapılıyordu. Prag’daki nehir Tuna değildi, o Vltava nehriydi. Orda da aynı bir deniz kenarı şehir havası hüküm sürüyordu. Belli aralıklarla köprüler vardı, sadece yaya trafiğine açık Prag’daki Charles köprüsü dünyanın en eski köprüsüymüş, üstündeki görkemli heykellerinin her birinin bir hikayesi yazılıydı altlarında. Çekya’nın Karlovy Levy kasabası orman içinde bir vadide, kaplıcalarıyla ünlü bir yer. Atatürk de orda Karlsbad’da on beş gün tedavi olmuş, binada onun evde kaldığına dair bir yazı gördük. Çekya’da ayrıca Terezin Toplama kampını da gördük. Grubumuz Budapeşte’de bir saatlik tekne gezisine katıldı, Viyana’da da grubun yarısı bir klasik müzik konserine gitti. Gezi boyunca Zeynep Çayır’ın “çak!” yaparak yoklama alması iyi işe yaradı, geciken, kaybolan kişi olmadı…
Bitişik düzen tarihi yapılar gotik ve barok tarzlarıyla yüzyıllara rağmen o kadar sağlam bir görüntüye sahipler ki insanda “Bir deprem de olsa bunlara bir şey olmaz,” düşüncesi uyandırıyor, üzerlerindeki heykellerle cazibeleri ikiye katlanıyordu. Prag’daki St. Vitus katedrali, Viyana’daki Stephan Kilisesi, Schonbrun ve Hofburg sarayları, Budapeşte’nin Londra’dakini anımsatan parlamento binası harika yapılardı. Cadde ve kaldırımlar geniş, meydanlar az değildi, öyle ki örneğin Budapeşte’deki Kahramanlar Meydanı’na bakınca “Niye bizde meydan kültürü yok?” diye düşünmeden edemedik. Tarihi dokuyu çok iyi korumuşlar, yeni kuleler, gökdelenler şehirlerin yeni kısımlarında yer alıyor, hiç göze kötü görünmüyorlar. Avusturya kişi başına yetmiş iki bin, Çekya elli bir bin dolarla başı çekiyorlar, Sırbistan ve Macaristan yirmili binlerde, Bulgaristan ise on altı bin dolarla en altta bulunuyor…

Gezide en sıkıcı olayı Avusturya’da içinde bir göl olan Seegrotte yer altı mağarasında yaşadık. Uzun bir tünelle girilen mağara dışardaki sıcak havanın aksine insanı üşütüyordu, üstümde mont olmadığı için ben de fena halde üşüyordum. Rehber Eren Tecer’in tünele girmesiyle “Bende panik atak oluştu!” diyerek çıkması bir oldu. Ondan sonrası karanlık, loş mağarada bir korku filmi gibiydi. Rehberin İngilizce aksanı çok kötüydü, İngilizce bilen az sayıdaki kişi olarak onun ne dediğini tam çözemiyorduk. Üstelik adamın alaycı, azarlayıcı tavrı da soğuk kadar içimize işliyordu. Çoğu İngilizce bilmeyen grup onun anlatımını anlamadan dinledi durdu, iyi mi! Orda traji komik sahnelere tanık olduk. Üşütüp hastalanmaktan korktum, dışarı çıkan ilk kişi oldum. Fahriye Çelik’e “İçerde sıkıntılı, kaotik bir ortam var,” dedim…
On gün bir otobüste seyahat yeni dostluklar edinmemizi sağladı, herkes geziden memnun kaldı. Oteller dört yıldız civarındaydı, kahvaltılar zengindi. Ama zeytin yoktu, zeytini ancak son gün Sofya’da Ramada Otel’de gördük. Yeni turlarda görüşmek üzere!…

Flipboard