Niyazi Pakyürek
Niyazi Pakyürek

İnsanın kendine yabancılaşması

Yabancı, bir kültürün anlam-değer dünyasına mensup olmayan kişi demekse, çağdaş felsefede insanın kendine yabancılaşması denilen hadise ilkece, insanın ölüme (ve ötesine) yabancılaşması anlamına gelir. Bu nedenle insanın kendine yabancılaşmasının nedenlerini, tek başına üretim tekniklerine, ilişkilerine, süreçlerine ve araçlarına indirgeyerek tespit etmek mümkün değildir; en temeldeki neden, insanın kendinin ölümden( ve ötesinden) kopuk yaşaması, hayatı yaşama indirgemesidir. Oysa insan ölüme komşudur; ölüm, hayatın değil, yaşamın zıddıdır; çünkü yaşam ve ölüm, hayatın iki farklı yüzüdür. İnsanın yeryüzünde kendini yabancı hissetmesi, yaşamı hayatın bir parçasından, ölümden ayrı düşünmesiyle ilgilidir; çünkü ölümden ayrı düşen yaşam anlamsızdır bu da insan için trajedidir.

Hayatı, dolayısıyla insanı anlamdan arındırmak ise çok zordur; zira bunun için yapılması gereken ilk şey, ölümü gözden düşürmektir. Ölümü gözden düşürmek kolay bir işlem değildir; çünkü bunun için de ölümden sonrasının, dolayısıyla yeniden dirilişin ve hesap gününün, daha derin bir deyişle herkesin yaşamında yürüdüğü yolun, din gününün ve bunlara ilişkin inançların itibarsızlaştırılması gereklidir. Bahse konu itibarsızlaştırmanın gerçekleştirilmesi, lafzi anlamda kolay olsa da mefhumu insan yaşamının mukavvim bir unsuru olduğundan, var olmayı, dolayısıyla Varlık’ı ve buna bağlı olarak hayatı anlamsızlaştırmak, sonuç olarak da BEN’i hem var olma hem de hayat yönünden metafizik (eşref-i mahûkât)  bir değer olmaktan çıkarıp alelâde bir fizik (esfel-e sâfilin)  nesne derekesine indirmek, düşürmek demektir.

İnsan, yaşamını kaybedebilir, ölebilir ama hayatını kaybetmez. Yaşam ve ölüm hayatın iki farklı tecellisidir çünkü… Başka bir deyişle, geleneğimizde mebde( köken/ çıkış/ başlangıç), meâş (yaşam) ve meâd (dönüş) , hayatın farklılığını gösteren ama sürekliliğini işaret eden değişik yönleridir…

Kadim şehir örgütlenmesi, yaşam ile ölümün yani hayatın sürekliliğine güzel bir örnektir: Dinin mekânı, me-DİN-e yani şehir, mabedin etrafına kurulur; ölülerin gömülü olduğu makberler de mabedin harimindedir. Denebilir ki, tarihte her şehrin mukavvim unsurları mabetler ile makberler idi; günümüzde de benzerdir, yalnızca mabet ve makberin mısdâkı (referans) değişmiştir; mefhumu aynıdır.

Ölüm, insanca korkunun, telaşın, kaygının, gerginliğin, tedirginliğin, bunalımın, kısaca hem insanca var olmanın –dolayısıyla bizatihi Varlık’ın- hem de yaşamın anlamının görünmez zeminidir. Ölüm yaşamın ümididir; mutluluk ise bildiklerimiz, sahip olduklarımız değil, ümit ettiklerimizdir; bu nedenle Fahreddin Razi’nin dediği gibi, mümkün de olsa öte, aynı zamanda insani mutluluğun kaynağıdır. Hem var olmanın hem de hayatın anlamı, ölüme sıkı sıkıya bağlıdır; çünkü öldükten sonra börtü böcek olacak isek insani var olmanın, dolayısıyla bir hesap yok ise ahlaklı yani insan olmanın, hayatın anlamı yoktur.

Son söz: İmân emândır…

Önerilen kitap: İhsan Fazlıoğlu- Kendini Bulmak- Papersense Yayınları.

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X