2017 yılı Nisan ayında New York’da dört, Washington’da üç, Boston’da iki, Philadelphia’da bir gün olmak üzere on günlük bir Amerika gezisi planlamıştım. 6 Nisan Perşembe günü THY uçağı 07.40’da Atatürk Havalimanı’ndan kalkmış, 18.10’da New York’a varmış, yolculuk on buçuk saat sürmüştü. Türkiye ile Amerika arasında yedi saatlik bir zaman farkı vardı, bu nedenle indiğimizde orada saat 11.10 idi. Delta ile Boston’a devam edecektim. Güvenlik kontrolü bitince Delta terminaline yöneldim. Ekranda Boston uçağının zamanında kalkacağını görmek sevindiriciydi. Ama az sonra gök gürültüleri duydum, şimşekler çaktı, ardından da yağmur başladı. Bu herşeyi altüst etti. Elektrikli panoda sürekli ertelemeler birbirini takip etmeye başladı. Delta uçağı Boston için havalandığında tam on üç saat havalimanında beklemem gerekmişti! İstanbul’da uçağa binmeden önceki iki gece ancak iki-üç saat uyumuş, uçakta hiç uyuyamamış, havalimanında on üç saatlik gergin bekleyiş ve “jet lag”dan sonra iyice bitkinleşmiştim…
Boston’a uçuş sadece kırk beş dakika sürdü. Gecenin birinde bir taksi tutarak kalacağım yere gittim. Bir an önce uyumak istiyordum. Resepsiyondaki siyahi gence 6-7 Nisan için yer ayırtmış olduğumu söyledim. Pasaportumu alıp bilgisayara giriş yaptı, bana “Siz 8-9 Nisan için, yani iki gün sonrası için yer ayırtmışsınız!” deyince çok fena oldum, nasıl böyle bir hata yapmış olduğuma şaştım kaldım. Saat ikiye geliyordu, başka bir otel bulmak o anda benim fiziki gücümün üstündeydi, iki adım daha yürüyecek halim yoktu. Siyahi genç çaresizliğim karşısında “Aşağıda bir yer var, iki gece kalmayı kabul ederseniz orayı verebilirim” deyince bu bana büyük bir lütuf gibi geldi ve hemen yüz üç doları ödedim. Aşağıda bir yer dediği bodrumda bir odaydı, ortada ikili bir ranza vardı, yan duvarda kalın borular kalorifer kazanıyla bağlantılı olmalıydı ki, oda üst katla kıyaslanmayacak ölçüde sıcaktı. Klima da olmayınca burada uyumanın zor olacağını görmek beni bayağı rahatsız etti, odada ileri geri yürümeye, ne yapacağımı düşünmeye başladım. Sonunda önce bir duş almaya sonra da traş olmaya karar verdim. Ardından ikili ranzanın alt katındaki yatağa uzandım. Odanın sıcaklığı otuz altı saatlik uykusuzluğa rağmen beni uyutacak gibi değildi, bunu hissediyordum. Dahası çok geçmeden kapı açıldı, içeri zayıf, uzun yüzlü, perişan kılıklı, elli yaşlarında biri girdi. İngilizce, Fransızca ve Türkçe “Hangi ülkedensin?” diye sordum, hiçbirine yanıt veremedi. Sonra ranzanın üstüne çıktı, yattı. Her yer değiştirişinde, öksürüşünde ranza sallanıyordu, artık uyumak kesinlikle imkansızdı, sadece yatakta uzanmakla yetinecek, gün aydınlandığında yeni bir otel için internetten araştırma yapacaktım, kararım buydu.
Saat altı olunca bavulumu alıp otelden çıktım, yakındaki Starbuck Coffee’de kahvaltılık bir şeyler buldum, sonra orada internete girip yeni bir otel aradım. 160 dolardan aşağısı yoktu, sonunda 125 dolara Woburn Marriott’da bir oda buldum. Marriott gibi bir otelde bu fiyatın ucuzluğu beni şaşırttı, sebebi Woburn’un kuzey Boston’da, şehir merkezinden bayağı uzakta olmasıydı. Bir taksi tutarak otele gittim, lüks oteldeki odama girdiğimde şemsiyemi takside unutmuş olduğumu farkettim. Boston’da üç dört gün kalacak olsaydım hemen yatardım ama ertesi gün oradan ayrılacağım için Boston’da bazı yerleri görmeliydim ayrıca telefonumun şarjı azalmıştı, onu şarj etmem gerekiyordu ne var ki oradaki prizlerde iki değil üç delik vardı. Gerçi üç delikli bir adaptörüm vardı, bunu Malezya ve Singapur’da kullanmıştım ama adaptörün iki kilit düğmesinden biri kilitlenmiyordu, öyle olunca da şarj gerçekleşmiyordu. Telefonumu kullanabilmem için bu sorunu da çözmem şarttı. Öte yandan uykusuzdum, bitkindim ve gergindim, ellerim titriyordu. Bir ara kendimden, hastalanmaktan korktum. Kendime geleyim diye yirmi dakika derin nefes alıştırması yaptım. Sonunda yatma yerine şehir merkezine gitmeye karar verdim. Resepsiyondaki kızlara şehir merkezine nasıl gidileceğini sordum. Güler yüzlü olan “Otelin servisiyle Anderson tren istasyonuna gider, oradan banliyo treniyle Kuzey İstasyonuna geçer, metroyla da şehir merkezine ulaşırsınız. Dönüşte Lowell yönüne giden banliyo trenine binersiniz” dedi.
Resepsiyondaki kızın söylediklerini yaparak şehir merkezine ulaştığımda öğlen olmuştu bile. Hava soğuktu, uzun kollu süveter yerine kısa kollu süveter giymiş, sabah giydiğim pardösüyü de ne akılsa otelde bırakmıştım. Üstümdeki ceketse soğuğa karşı yetersizdi. “Niye böyle yaptın?” diye kendime kızdım ama derin düşünecek, plan yapacak durumda değildim çünkü kafam basmıyordu, biraz kendimi düşünmek için zorlasam sanki sigortalarım atacakmış gibi bir düşünce beni ondan vazgeçiriyordu. “Sadece paranı ve pasaportunu kaybetme, gerisi önemli değil!” diye kendi kendime telkin yapıyordum. Bir turist otobüsünü görünce hemen ona bindim, iki saat boyunca şoför geçtiğimiz yerler hakkında bilgi verdi, ben de bu sayede Boston hakkında bir fikir edinmiş oldum. Şehirdeki bu tur ve inişte Prudential Mall’daki Wagamama adlı lokantada iyi bir yemek beni az da olsa kendime getirdi. Şimdi sırada adaptör sorununu çözmek vardı. Yemek yediğim yer bir AVM içindeydi ve orada yeni bir adaptör bulmak mümkündü. Ama kafam basmıyordu, bir bağlantı kuramayacak durumdaydım, kafamın en az kapasiteyle çalıştığı bir gün geçiriyordum. Büyük AVM gözümü korkuttu, yeniden metroyla Kuzey İstasyonuna gittim, bir saat boyunca marketlerde, elektrik malzemeleri satan yerlerde adaptör aradım. “Bilim Merkezi ve Harvard Üniversitesi’ne gitmek varken Boston’da adaptör aramakla zaman geçiriyorum, iyi mi!” diye içimden kendime kızdım durdum. Kafam bir ara o kadar karışmış ki kendimi bir anda içecek, cips, sigara satan küçük bir dükkanda buldum. Kasada iri bir siyahi genç vardı. Çantamdan adaptörü çıkarıp siyahi gence derdimi anlatırken onun beni terslemesinden de korktum, ki terslese haksız da sayılmazdı. Ama iri siyahi genç hiç tersleyecek bir tavır göstermedi aksine adaptörü aldı, sandalyesine oturup onunla uğraşmaya başladı, sonra onu prize taktı ve “Tamam, oldu!” diyerek bana uzattı. Baktım ikinci düğme de kilitlenmiş, sorun çözülmüştü. Sevincimden dükkandan boş çıkmamak adına iki paket sigara aldım…
Yaptığım hatalı rezervasyon Boston planlarımı altüst etmiş, hiç alakasız işlerle uğraşmama yol açmış, beni fiziksel ve zihinsel bir bitkinlik içine sokmuştu. Siyahi iri gencin yardımı gün içinde beni en çok rahatlatan, yumuşatan şey oldu. Dışarının soğuğundan sonra içerisi sıcak bir kafede yarım saat oturup bir yandan çay içip öte yandan telefonun şarj olmasını beklemek bende uyuşturucu bir etki yarattı, mayıştım resmen. Şimdi amacım 17.00’de banliyo treniyle Anderson’a gitmek, ordan servis ile otele ulaşmak ve saat 20.00’de yatağa uzanıp Amerika’da ilk uykuma dalmaktı. “Ancak uyuduktan sonra kendime gelirim” diye düşünüyordum. Kafeden çıktıktan sonra Kuzey İstasyonu yakındı, içeri girince gişeden Charlie bilet aldım, treni beklemeye başladım. Işıklı panoda trenlerin hareket saati ve peronları yazılıydı. Mayışık halim devam ediyordu, o yazılanlar bana hiçbir şey ifade etmedi, ilk kalkan trene körlemesine bindim. Oysa o tren Lowell yönüne değil de Newburyport yönüne gidiyordu ve bunu “Chelsea!” anonsunu duyduğumda farkettim çünkü sabah Kuzey İstasyonuna gelirken hiç “Chelsea” istasyon adı geçmemişti. Son istasyondaki kırk dakikalık beklemede bir kafede oturdum, zamanı gelince trene binip yeniden Kuzey İstasyonuna döndüm ve bu kez Lowell yönüne giden trene bindim ama giderken baktım saat şimdiden 20.00 idi ve arzuladığım gibi otelde değil de hala trendeydim ve bu gidişle 23.00’den önce otele varamayacaktım.
Şimdi son duraktan önceki Anderson istasyonunda inmem gerekiyordu ama onu da kaçırdım ve tren son durakta durdu, artık dönmek için kırk dakika beklemem gerekiyordu. Açıkçası trenlerden korkmaya başlamıştım, bir istasyon ötesi bile bende “yine bir hata yaparsam?” korkusu uyandırmıştı. “Burayla Anderson istasyonu arası üç dört dakika, kırk dakika tren bekleyeceğime Lowell’de bir taksiye binip otele daha çabuk varırım!” diye düşündüm. İstasyondan çıkınca rahatladım, bir dolmuş takside yer olduğunu görünce bindim, taksideki kadın az sonra inince ben şöföre “Marriott otel” dedim, yola koyulduk. Otelin uzak olmadığını düşünüyordum. Nitekim çok geçmeden şoför beni otelin önünde bıraktı. Kısa bir an ferahladığımı hissettim. Ama otele girdiğimde içerisi sabahki otele benzemiyordu, orada resepsiyon önünde lobi vardı, geniş ve ferahtı, burası ise dardı ve önünde lobi yoktu. O şaşkınlıkla resepsiyondaki biri genç, diğeri orta yaşlı iki kadına “Siz resepsiyonu mu değiştirdiniz?” diye sordum. Sorum iki kadını önce şaşırttı, ki böyle bir soruyla ilk kez karşılaştıkları açıktı, sonra da güldürdü. “Siz hangi oteldeydiniz?” diye sordu kadınlardan orta yaşlı olanı, defterimdeki otel ismini gösterdim. Genç olanı “Sizin otel Woburn Marriott, burası ise Lowell Marriott, yanlış otele geldiniz. Burasıyla sizin otel arası nerden baksanız otuz kilometreden az değil, bu saatte taksi bulmak da zor” dedi. Orta yaşlı kadın bir kaç yere telefon etti, sonunda biri lütfen gelmeyi kabul etti. O gelene kadar onlara gün içinde yaşadıklarımı anlattım, çok güldüler. İçimden “Şimdi bunlar evlerine gidince kocalarına ‘Bugün bir Türk kendi oteli yerine bizim otele geldi, bize resepsiyonu mu değiştirdiniz diye sordu, şaşırdık tabii, yanlış trenlere binmiş, gidip gelmiş, çok güldük, eğlendik,’ diye anlatırlar,” diye bir düşünce geçti. Ama kadınlar naziktiler, ikramda bulundular, beni teselli ettiler. Taksi şoförü geldiğinde saat 23.30 idi. Ters biriydi adam, önce kırk beş dolara anlaşmışken benden elli beş dolar almaya çalıştı ama başaramadı. Odama girdiğimde takvim de değişmek üzereydi. Hayatımda açıkçası daha önce hiç yaşamadığım, her şeyin ters gittiği bir gün yaşamıştım. Hiçbir şey düşünecek halim yoktu. Duş almadan pijamamı giyip hemen kendimi yatağa attım…