Başkalarının kaybettiğinizi düşündüğü zamanlarda bile kazanmaktır. Bazıları, kazandığınız şeyi göremez ve anlayamaz. Yeter ki siz kendinize olan inancınızı kaybetmeyin ve inancınızı beslemeye devam edin. Çünkü insan kendisine soru sorabildiği ve bu sorulara tutarlı, samimi, geçerli yanıtlar verebildiği kadar kendisidir.
Günlük yaşamlarımızı sıklıkla borsa değerleri gibi anlık doğrular ve toplumun öngördüğü öğretiler ve alkışlar üzerine kuruyoruz.
Hatta kimi zaman egolarımıza öylesine teslim oluyoruz ki, şirketlerimizde dahi toplantıda iş ortağımızın söylediği her düşünceye cephe açmaktan kendimizi alamıyoruz. Merkezi yönetim sistemimiz çoktan egolarımızın eline geçmiş bulunuyor. Aynı gemide olduğumuzu da unutuyoruz. Sonrasında “Biz niye hızlı ilerleyemiyoruz? Bu sektörün veya ülkenin krizi bizi mahvetti” şeklindeki mazeretlerimizle cebimizde geziyoruz. Fark edemediğimiz kriz anlarında dahi yol kat edenlerin varlığı değil midir? Aslında bizim özgüven yükselmesi derken en kötü kişisel tuzağımız hep ben paranoyasıdır.
Hepimiz gerek kurumlarımızda gerekse toplumdaki farklı rollerimizde birbirimizle hep etkileşim içindeyiz. Bir arada bulunduğumuz sürece birbirimizi bombardımana tutuyoruz. Yüz ve vücut ifadelerimizle sessiz, konuşarak sözlü ve yazılı olarak etrafımızdakileri etkilemeye çalışıyoruz. Onlardan da etkileniyoruz. Bazen daha da aşırıya kaçıp insanları, çevreyi her türlü enstrümanı devreye sokup kontrol altına almaya çalışıyoruz. Her değişim ve gelişimden haberdar olmayı yönetişim zannediyoruz. Liderlik paranoyası bu olsa gerek!
Etkileşimin olmadığı bir platform elbette düşünülemez. Bize ulaşan verileri değerlendirmeye, yorumlamaya başlar ve bunları bilgi haline getiririz. Dışa dönük insanlar verileri bilgi haline getirip harekete geçerken, içe dönük, içine kapanık insanlar veri alışverişinde bulunmamaya çalışırlar.
Katılımcı bir ortam içi tüm bireylerin belli ölçülerde dışa dönük bir hale getirilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu iklimin temin edilmesi asıl etkin LİDERLİK sayılmalıdır. Susturmak bizim toplumumuzda kolaydır. Kişilerin katılımcı olmalarını sağlamak zor olan seçenektir.
Kurumlarda veya STK’larda da o topluluğun kaderinin belirlendiği toplantılarda, ne acıdır ki dış dinamiklerin de etkisiyle ne yaratıcılıklar, ne de çalışma azim ver arzuları değer bulur! Toplantılarda her kişinin fikri alınıp eyleme prim verilmezse, yapılan saygısızlık kişiye değil, işe ve kurumadır. Nihayetinde iyi niyete sığınarak yaptığımız, bindiğimiz dalı kesmektir. Çok sevdiğim bir yönetim gurusu dostum, geçenlerde çok güzel bir anekdot anlattı:
Kanuni Sultan Süleyman, kendi adını taşıyacak olan Süleymaniye Camii’nin yapımı için şu anki arsanın bulunduğu yeri beğenir. Mimar Sinan’ı da çağırtır, araziye bakmaya, uygun olup olmadığını görmeye giderler. Mimar Sinan araziyi dikkatle inceler. Padişah sorar: “Nasıl buldun Sinan?” Koca Sinan cevap vermez ve araziye bakmaya devam eder. Vezirler diğer devlet erkanı herkesin gözü Sinan’ın ve Kanuni’nin üzerindedir. Ortalık buz kesmiş, çıt çıkmamaktadır. Herkes padişahın ne yapacağını beklemektedir. Kanuni bir kez daha sorar: “Ne düşünürsün bre Sinan?” Mimar Sinan gözlerini araziden ayırmaz ve cevap vermez. Herkes korkmuş şaşkın muhteşem Süleyman’ın gazabını, hiddetini beklemektedir. Padişah hiçbir şey söylemez. Aradan bitmek bilmeyen bir süre daha geçer. Ve Mimar Sinan başını eğerek arsadan içeri girer. Herkes Sinan’ın onları duymadığını ve o kısa süre içerisinde tasarımını yapıp hayalinde oluşturduğu kemerlerden birine çarpmamak için kafasını eğerek boş arsaya girdiğini fark eder…”
Fark ediyor musunuz? Son yıllarda toplum olarak vakalarla uğraşmayı değil bireylerle uğraşmayı alışkanlık edindik. Bize göre düşüncenin değerli olup olmamasını belirleyici olan, bizden biri veya ötekinin o düşünceyi söylemiş olmasıdır. Bizim geleneklerimizden gelen feodal ilişki anlayışımız da eyleme prim vermeyi engelleyebiliyor. Bu da uzun vadede kendimize taktığımız en büyük çelmelerdendir. Ve biz patinaj çekmekten kurtulamıyoruz. Her dönemin kokpiti kendi doğrularını, egolarıyla yeniden yazıyor. Yeniden başlıyor; bizden olan olmayan çelişkisi…
Asırlar önce Kanuni Sultan Süleyman’ın emeğe olan saygısını görüp bencilliklerimizden ve egolarımızdan biraz arınmamız gerekiyor…
Düşünün bir kere, kurumlarımızda bir kişinin beyninin üretecekleriyle yüzlerce kişinin üretecekleri arasında büyük bir fark vardır. Yeter ki kişilerin enerjisini anlamsız noktalara odaklamayalım. Şayet takım kaptanıysak elverişli iklim koşullarını temin etmeye çalışalım. İnsanları benim adamım, ötekinin adamı şeklinde ayırmak baştan kaybetmektir.
Değişik eğitimler almış, birçok insan çok farklı açılardan bakma şanslarına sahip oldukları için değişik ve yaratıcı çözümler üretebileceklerdir. İnsanları tek bir potada eritmeyelim. Sanılanın aksine bu hepimizin fabrika ayarlarına terstir. Yaptıklarımızın ve düşündüklerimizin hepsinin doğruluğunu ve sürdürülebilirliğini tartışmaya açmaktan çekinmezsek biz önemli bir adım atmış oluruz.
Şaşıya sormuşlar: “Şaşılar çift görüyormuş doğru mu ?” Şaşı cevap vermiş: “Yok kardeşim öyle olsa ben şu iki kuşu dört tane görürdüm.” Bakmışlar bir kuş uçuyor!
Sözün özü: Bu dünyada ilerleyen kişiler, kollarını sıvayıp istedikleri ortamı arayan, bulamayınca da yaratan kişilerdir. (Bernard Shaw)
Keyifli pazarlar.