Akademik Bakış
Akademik Bakış
E-Posta: [email protected] YAZARIN TÜM YAZILARI

Amerikan gücünün sınırı var mı?

Köşe Yazısını Dinle
Dr. Öğr. Üyesi Mustafa Şeyhmus KÜPELİ Bursa Teknik Üniversitesi, [email protected]

21. yüzyıl, Amerikan gücünün artık azaldığına yönelik tartışmaların yaşandığı karmaşık bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası sistemin yapısı içerisinde ABD, mevcut kapasitesi sayesinde küresel güç dengesinde başat bir aktör olarak yer edinmişti. Ancak 21. yüzyıla girerken Çin’in ekonomik ve askeri gücünün artması, Rusya’nın bölgesel hegemonyasını pekiştirme çabaları ve diğer bölgesel aktörlerin güçlenmesi, uluslararası arenada çok kutuplu yapı tartışmalarını da beraberinde getirdi. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk çeyreği biterken ABD’nin konumuna biraz daha yakından bakmanın muhtemel öngörüler açısından faydalı olacağı kanaatindeyim.

Önceki yüzyıldan kısa bir projeksiyon

20. yüzyılda ABD’ye rakip olabilecek potansiyele sahip dört büyük güç ortaya çıkmıştı. Bunlar Alman İmparatorluğu (1900-1918), Japon İmparatorluğu (1931-1945), Nazi Almanyası (1933-1945) ve son olarak Sovyet Rusya (1945-1989). ABD bunların her birisinin yenilgiye uğratılması veya önlerinin kesilmesi noktasında kilit rol üstlendi. Benzer bir durum şuan içinde bulunduğumuz dönemde Çin ile rekabetinde yaşanmaktadır. Çin’in mevcut Amerikan “düzenine” başta ekonomik olmak üzere askeri ve diplomatik açıdan meydan okuyan önemli bir aktör olarak ön plana çıkması sonucunda yaşanan ABD-Çin rekabeti 21. yüzyılda yaşadığımız birçok küresel krizin temel sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Son 10 yılda Çin-ABD arasında yaşanan ticaret savaşları, ABD’nin gümrük tariflerini arttırması, koruyucu tedbirler alması gibi birçok önlem uluslararası ilişkilerde güç rekabetinin nereye evirildiğine dair fikir vermektedir. Bu durum elbette 1990 yılında Doğu Bloku’nun yıkılması sonrası “zaferini” ilan eden liberal demokratik düzenin de sorgulanmasına yol açtı. Bilindiği üzere 2000’li yıllara girerken liberal demokrasiler zaferini ilan etmiş ve nihai ulaşılacak noktanın bu olduğu ileri sürülmüştü. ABD ise bu düzenin liderliğini temsil etmekteydi. Ancak Çin hikâyesi bize bambaşka bir şey anlatıyor. Liberal demokrasiyi benimsemeden ABD’ye meydan okuyabilecek küresel ölçekte bir güç ortaya çıkabiliri tüm dünyaya göstermiş oldu.

Amerika’nın küresel konumu

ABD’nin Çin’i bu kadar gündemde tutmasının esasında temel sebebi Pekin yönetiminin göstermiş olduğu ekonomik performanstır. Çin 1990’lı yılların ikinci yarısında yakaladığı ivmeyi önce 2000’ler, ardından 2010’lu yıllarla birlikte arttırdı. 1991 yılında Çin’in ekonomik büyüklüğü sadece 413 milyar dolardan 2020 yılında 14,8 trilyon dolara çıktı. Bu 1991 yılına kıyasla 35 kat büyüme anlamına gelmektedir. ABD ise aynı dönemde yaklaşık 3,5 kat büyüdü. Çin, ekonomik büyüklük açısından ilk defa 2010 yılında Japonya’yı geride bırakarak dünyanın ikinci büyük ekonomisi unvanını kazandı. Ama burada vurgulamamız gereken önemli bir husus var; Çin tüm bunları yaparken ABD’nin dünyadaki payından alarak bunu gerçekleştirmedi. Zira 1950 yılından bu yana Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisi içerisindeki payı kabaca yüzde 25 olarak istikrarını korudu. Çin’in pastadan payını arttırması daha çok Japonya, İngiltere, Almanya ve diğer ülkeler aleyhine oldu. Buradan şunu anlıyoruz ABD küresel güç konumunu ekonomik açıdan son 70 yıldır muhafaza etmeyi başarmıştır. Değişen şey ABD dışında dünya ekonomisinden alınan payın Çin lehine değişim göstermesidir.

ABD enerji bağımlısı bir ülke mi?

20. yüzyılda ABD için enerji ihtiyacının giderilmesi ve dünya enerji güvenliğinin temin edilmesi en öncelikli konular arasındaydı. ABD’nin başta Ortadoğu ile ilişkilerinde sıklıkla vurgulanan petrol meselesi ve petrole olan bağımlılık 2020’li yıllara girdiğimizde artık bir mesele olmaktan çıkmışa benziyor. Zira 2020 yılında ilk defa Amerika, petrol açısından “bağımsızlığını” ilan etti diyebiliriz. Özellikle kaya petrolü teknolojisinin gelişimi gibi birçok unsur ABD’yi petrol açısından kendi kendine yeter hale getirdi. 2020 yılında ilk defa ABD’nin petrol üretim ve ihracatı, tüketim ve ithalatını aşmıştır. Bu, Washington yönetiminin enerji bağımsızlığı açısından bir devrim niteliğindedir. Petrol meselesi ABD için bu saatten sonra artık sadece enerji güvenliği bağlamında ele alınabilecek bir mesele haline geldi. Toplam enerji ihtiyacında da benzer bir tablo geçerli. EIA’nın (ABD Enerji Bilgi Ajansı) yayımladığı verilere göre, 2023 yılında toplam enerji üretimi (kömür, doğalgaz, ham petrol, nükleer ve yenilenebilir) de kayıtlara geçen en yüksek seviyedeydi ve total enerjide 2019 yılından bu yana kendi kendine yeter hatta ihracatçı konumuna yükseldi.

Dolayısıyla ABD’nin askeri, ekonomik, enerji ve teknoloji gibi alanlarda halen devam etmekte olan mutlak bir üstünlüğü söz konusudur. Bugün dünya çapında 80 farklı ülkede 750’nin üzerinde askeri üsse sahiptir. Bu kapsamda veya ona biraz da olsa yaklaşan bir ülke henüz dünya sahnesine çıkmamıştır. Ona yaklaşma potansiyeli olan Çin’in ise önünde uzun bir yol vardır. Ancak buna rağmen Washington yönetimi Pekin’in bu potansiyelini görüp tedbirler almaya başladı bile. ABD’nin bu gücü dikkate alındığında Trump yönetimi altında ABD’nin dünya politikasının yan etkileri hem müttefikleri hem de rakipleri tarafından derinden hissedilecektir. Ukrayna meselesi, Çin politikası gibi birçok konu geçtiğimiz dönemden kalma alışkanlıkların temelden değişeceğinin habercileridir. Tüm bunlar dikkate alındığında başta sorduğumuz Amerikan gücünün sınırı var mı? Sorusunun cevabı ABD’yi karşısına alabilecek bir ülke veya ittifak sisteminin oluşmasına bağlıdır. Şimdilik bu sorunun cevabı maalesef hayır olacaktır.

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X