İlhan Ateş
İlhan Ateş
E-Posta: [email protected] YAZARIN TÜM YAZILARI

Öğretmen farkı

Köşe Yazısını Dinle
Muş’ta ortaokula başladığımda yıl 1961 idi. Ana binada yer yokluğundan olsa gerek dersleri dışarıda U harfine, tünele benzeyen bir barakada yapıyorduk. Bir başka yokluk da bazı derslerin branş öğretmenlerinin olmamasıydı. O dersler önce boş geçiyor sonra dışarıdan bir eczacı, avukat, bürokrat veya başka branştan bir öğretmenin o derse girmesiyle sorun güya çözülüyordu. Muş “mahrumiyet bölgesi” diye nitelenen küçük bir şehirdi, imkanlar sınırlıydı. Tayinle dışarıdan gelen öğretmenler fazla kalmıyor, bir yolunu bulup iki üç yıl sonra başka bir yere tayinlerini çıkartıyorlardı. Öyle beş yıl, on yıl kalan öğretmen parmakla gösterilecek kadar azdı.
O yıl branş öğretmeni olmadığı için İngilizce dersimiz bir süre boş geçmiş sonra adı Ragıp olan genç bir Beden Eğitimi öğretmeni dersimize girmeye başlamıştı. Ama öğretmenin anlattıklarından kimsenin fazla bir şey anladığı yoktu. O yıllarda dil öğretimi imkanları günümüzdekilerin çok gerisindeydi. Ragıp öğretmen ise farklı bir branşta ders vermekten, İngilizce biliyor görünmekten mutlu gibiydi. Bir gün hava atarcasına “Ben kimin çalışıp çalışmadığını gözünden, yüzünden anlarım!” dedi ve başladı sıra sıra gezerek “Bu çalışmıyor… Bu dalgacı… Bu çalışıyor, zeki… Bu hiç çalışmıyor” gibi şeyler söyledi. Benim payıma düşen “Hiç çalışmıyor!” oldu. Oysa çalışırdım, Ragıp öğretmenin değerlendirmesi doğru değildi. Bunu duyunca İngilizce’den soğudum. Yıl sonunda İngilizce’den notumun 4 geleceğini, ikmale kalacağımı öğrendim. Karneler verilmeden önce öğretmenler kurul toplantısında (o zamanlar böyle bir toplantı yapılırdı) notum bir başka öğretmenin hakkımda iyi şeyler söylemesiyle 5’e yükseltilmiş ve ikmale kalmadan ikinci sınıfa geçmiştim.
Orta ikide dersler ana binada bir sınıfta yapılıyordu. Bir başka yenilik de İngilizce’yi yeni tayin olan Recep Öztürk adlı genç bir branş öğretmeninin verecek olmasıydı. İyi öğretiyordu yeni öğretmen, dersi önce anlamaya, sonra da sevmeye başladım. Artık İngilizce en sevdiğim dersti, notlarım hep yüksekti. Orta üçte de yine öğretmenimizdi Recep Öztürk. Hafta sonları da değişik sınıflardan öğrencilere bir arada İngilizcelerini geliştirmek için ders verirdi. Konuşmaya zorlar, teşvik edici olurdu. Bunun yararını dışarıda yaşadığım bir karşılaşmada gördüm. Yaz ayında bir gün çarşıda yürürken yabancı dil konuşan iki adam ve onların etrafına toplanmış bir grup gördüm, toplam dokuz on kişiydiler. Ben de yürüyen o gruba katıldım. Az sonra istikametin mezarlık olduğunu anladım. Pos bıyıklı, kalıplı, fötr şapkalı, babacan adamın konuşmalarından bazı kelimeleri anlamak hoşuma gidiyordu. Ona “nerelisiniz?” diye bir soru sordum. Adam memnun oldu bu sorumdan, o da “Öğrenci misin?” diye bana sordu. Derken yolun çatallaştığı bir yere vardık. Bana bu kez de iki yoldan birini göstererek  “This way?” (Bu yol mu?)  diye sordu. “Yes, this way” (Evet, bu yol) dedim. İki üç cümlelik bu pratik benim için bir ilkti ve bunu adının William Saroyan olduğunu öğrendiğim Ermeni asıllı Amerikalı bir yazarla yapmıştım! Yıllar sonra onun “The Human Comedy” (İnsanlık Komedisi) adlı kitabını okudum. Kahramanı bir postacı olan güzel bir romandı.
Yazar 1800 ile 1900 başlarında Muş ve Bitlis’te yaşamış sülalesinden kişilerin mezarlarını ziyaret etmeye gelmişti. Mezarlığa vardığımızda sıcak da bastırmıştı, soluklanmak için herkes bir köşeye çekildi. O sırada gruba takılanlardan kel kafalı, deli dolu, komik hareketleri olduğunu bildiğim biri yanık ve gür bir sesle bir uzun hava söylemeye başladı. Amerikalı yazar şaşkınlık ve beğeni karışımı bir ilgiyle onu dinledi, bittiğinde alkışladı. Bizimki durmadı başka bir türküyü coşkuyla söylemeye devam etti. Yazar ve yanındaki yine alkışladılar. Kel kafalı yanındakine “Bunlara söyleyin de beni Ankara’daki gazinolarda sahneye çıkarsınlar!” dedi. Yanındaki “Oğlum bunlar müzik adamı değiller, istediğin şey çok saçma!” diye onu tersledi. Yazarı, onunla kısa diyaloğumuzu ve mezarlıktaki o sahneyi hiç unutamadım…
Günümüzde çeşitli türleriyle gözlük takmak son derece yaygın. Ama 1960’ların başlarında durum bugünkünden çok farklıydı. Güneş gözlüğü değil de dereceli gözlük takan çocuklara sokakta yürürken ille biri “Hey dört göz! Dört göze bak! Dört göz, dört göz!” diye seslenir, taciz ederdi. Dereceli gözlük takmaya orta üçüncü sınıfta başladım. Gözlükle okula gittiğim ilk gün çok tedirgindim. Stresliydim ve kimse beni farketmesin diye bir duygunun etkisi altındaydım. Mehmet Tepe’nin Türkçe dersine kadar kötü geçmemişti zaman. Mehmet Tepe’nin dersinde de zaten iyi bir öğrenciydim. Öğretmen sınıfa girip yoklamayı bitirdiğinde gözlük taktığımı fark eder etmez beni masaya çağırdı. “Niye çağırdı masaya beni?” diye düşünürken Mehmet Tepe sağ elini omzuma koydu, sol eliyle de sınıfa gözlüğümü gösterdi. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Sanki öğrencilere “Siz de gülün!” der gibiydi. Nitekim bir iki öğrenci bu sinyali almış ve gülmüştü. Öğretmenin beni böyle teşhir etmesine çok bozuldum. Kendimi bir hayvanat bahçesinde ilgi ve merakla seyredilen bir hayvan gibi hissettim.
İşte Ragıp öğretmen, Recep Öztürk ve Mehmet Tepe, o yıllardan üç öğretmen…

ilk yorumu sen yap

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

BUGÜN EN ÇOK OKUNANLAR

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz..
X